Batılılar, bilim ve felsefe birlikte ele alındığında muazzam bir sıçrama gerçekleştirilebileceğini gördü
figure >
“Öğrenme tutkum beni İngiltere’den dışarı atmıştı. Bir süre Paris’te kaldım. Burada yalnızca önlerindeki kitaplara kurşunkalemle yıldızcıklar çizen, vakarlı bir otoriteyle oturan barbarlardan ve ağızlarını açtıklarında cehaletleri ortaya dökülen (yaratıklardan) başka bir şey görmedim... Durumu anladıktan sonra buradan nasıl kaçmam gerektiğini düşündüm, (çünkü) Arapların Toledo’daki dünyanın en bilgin filozofları tarafından verilen derslerini dinleyebilmek için gitmekte acele ediyordum. Dostlar beni İngiltere’ye geri çağırdıklarında yanımda İspanya’dan getirdiğim çok değerli bir kitap yükü vardı.†(Jacques le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, M.A. Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1984, s. 36-37)
Bu sözler, 11. yüzyılın sonlarında Avrupa’yı dolaÅŸan Ä°ngiliz entelektüeli Daniel Morley’e aittir. Bu sözlerin de kanıtladığı gibi 10. yüzyıldan sonra “beyin göçü†DoÄŸu-Ä°slam coÄŸrafyasına doÄŸruydu. Ne var ki hiçbir uygarlık ilelebet süremez... Ä°bn-i Haldun uygarlık sürecini şöyle tarif etmiÅŸti: “Kavimler, geliÅŸmek (uygarlık atılımı) için fetihlere giriÅŸerek ganimet edinir, sonra düzen kurarak haraç ve vergi toplar, kentler kurarak yükseliÅŸe geçer. Bu süreçte yeni bir uygarlığın temeli olan kültür de yaratmış olur. Sonra toplum (yönetim), maddi imkânların sınırlarına ulaşılmasının bir ifadesi olarak sefahate dalar, toplumsal yozlaÅŸma baÅŸ gösterir, dünya nimetlerine dalmış olanlarda yorulma ve çürüme belirtileri baÅŸlar ve sonra uygarlık çöküşe geçer. Yeni bir uygarlık ya eskinin baÄŸrından çıkar ya da bir baÅŸkası tarafından yıkılanın temelleri üzerinde kurulur.â€EVET, ÇÖKMEK ZORUNDAYDIUygarlıkların yükseliÅŸ ve çöküş sürecini anlatan özgün bir yaklaşımdır bu. O halde ÅŸu soruyu sorabiliriz: DoÄŸu-Ä°slam uygarlığı çökmek zorunda mıydı? Evet, çökmek zorundaydı. Çünkü her uygarlık onu yaratan toplumun üstlendiÄŸi misyonun (din), amacın (fetih-haraç-vergi) ve imkânların (ekonomik-askeri güç) sınırlarına kadar geniÅŸleyebilir. Hedeflenen tarihsel misyon ve amaç, toplumsal sistemlerin (feodalizm-kapitalizm-sosyalizm) neyi nasıl üreteceÄŸini ve bölüşeceÄŸini de belirler. Yani misyon ve amaç, bilim ve teknolojiyi, kültür ve sanatı nasıl üretip kullanacağınıza da karar verir. OrtaçaÄŸ imparatorluklarının siyasi ve kültürel ufukları din ve fetihle sınırlıydı. Bu yüzden söz konusu devletlerin altyapısı, önce toprak ve yaÄŸma sonra da haraç ve vergiyle yaratılabilirdi. Misyon ve amaç, toplumların DNA’sı gibidir. Nasıl ki DNA, canlıların ne olacağının kodlarını içinde taşıyorsa toplumların misyon ve amaçları da onların ne olacağını belirler. İslam dinini yayma (cihat) ve fethedilen bölgelerden ganimet-haraçvergi toplama misyonunu benimsemiÅŸ Ä°slam toplumları, “özgürlük, eÅŸitlik ve kardeÅŸlik†ideallerini benimsemiÅŸ burjuva demokratik toplumlara dönüşemezlerdi, çünkü bu toplumların ve bu toplumları yaratan bireylerin amaç ve misyonları farklıydı. KuÅŸkusuz yeni uygarlıklar, eskilerin kültürel altyapılarını içerirler ancak amaçları yenidir. Tartışmasız olan ÅŸey: Her toplum ve uygarlığın, kendi amaç ve misyonuna uygun insan tipi yaratmasıdır. Çünkü uygarlıkların üretim ve tüketim anlayışı gibi, insanların yaÅŸam tarzı, maddi gereksinimi, ihtiyaç duyduÄŸu ve arzuladığı bilim ve teknoloji, felsefe, doÄŸa ve insan iliÅŸkisi de farklıdır. Bununla belirlenmiÅŸ bir insan tipinin ve bu insanlardan oluÅŸan bir toplumun “daha ileri†bir toplumsal model benimsemesi ve onu yaratmak için kolları sıvaması mümkün deÄŸildir. Bunun için köklü bir kopuÅŸ ve yeni bir toplumsal paradigma gereklidir. Böyle bir beklenti, hayalden öteye gidemez. Dolayısıyla DoÄŸu-Ä°slam uygarlığı baÅŸtan itibaren yıkılmaya mahkûmdu.5 MADDEDE YIKILIÅž SÃœRECÄ°Yıkılışın nedenlerini özetle, önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:- Ãœstlenilen misyonla çağın yakalanamaması. Bunu özellikle vurguluyoruz, çünkü birçok yazar ve düşünür, Müslüman devletlerin geliÅŸememesini sadece Ä°slam dinine baÄŸlamaktadır. Halbuki din, 7.-13. yüzyıllarda büyümenin ve çaÄŸdaÅŸ deÄŸerler yaratmanın motivasyonunu oluÅŸturuyordu, fakat ideolojik sınırlıklar yıkılışın da kodlarını içinde taşıyordu. Özetle, bir paradigma deÄŸiÅŸikliÄŸine gitmeden yeni bir süreç (Rönesans) baÅŸlatılamazdı. - DoÄŸu-Ä°slam uygarlığının ortaya çıktığı Akdeniz havzasının maddi olanakları yıpranmıştı. Bu bölge, Sudan’ın altınlarını ve Orta Asya’nın kısmi imkânlarını saymazsak rezervi tüketilmiÅŸ bir coÄŸrafyaydı. Bu yüzden serbest rekabetçi Batı kapitalizmi, önce Amerika kıtasının devasa servetlerini, sonra Hindistan, UzakdoÄŸu Asya ve Orta Afrika’nın insan (köle) ve hammadde kaynaklarını ele geçirmek zorundaydı. Ä°slam devletleri açısından bu olanaklar tükenmiÅŸti. - 11. yüzyıla girildiÄŸinde Müslüman toplumlar kendi aralarında ölümüne parçalanmışlardı. Birbirinin gözünü oyan 3 farklı halife (BaÄŸdat, Kahire, Endülüs), birbiriyle ölümüne savaÅŸan onlarca devlet ve yüzlerce emirlik, çöküşü sadece çabuklaÅŸtırmıştı. 11. yüzyılın sonunda Toledo (1085), Sicilya (1091) ve Kudüs (1098) düştüğünde artık DoÄŸu-Ä°slam uygarlığı da çöküşteydi. - MoÄŸol istilalarının (1250) yarattığı tahribat da buna eklenebilir, fakat bu hiçbir zaman önemli bir neden olmamıştır. MoÄŸol istilaları, çökmüş olan bir uygarlığın son kalıntılarını temizlemiÅŸti. - Selçuklu veziri Nizamülmülk döneminde felsefeye karşı yürütülen kampanyanın (Gazali’nin filozofları tekfir etmesi) özgür düşünce üzerinde kısmi bir etkisi olmuÅŸtur ancak bu hiçbir zaman esas neden deÄŸildir. EÅŸarilik (Ebul Hasan) olarak bilinen Gazali’nin görüşleri, 9. yüzyılın sonlarından itibaren tedavüldeydi. YükseliÅŸte olan toplumlar, gerici fikirlere itibar etmezken yıkılırken onları baÅŸ tacı ederler. Dolayısıyla Gazali’nin görüşleri, 16. yüzyıldan sonra Osmanlı üzerinde olumsuz rol oynamıştır. Gazali’nin tayin edici bir etkisi olsaydı ne büyük filozoflar Ä°bn-i Tufeyl (1110- 1185) ve Ä°bn-i Rüşd (1126-1198) ne de Ä°bn-i Haldun (1332-1406) ortaya çıkabilirdi. DoÄŸu-Ä°slam uygarlığının yarattığı birikim (bilimsel keÅŸifler, teknolojik icatlar, felsefi yenilikler ve kültürel alışkanlıklar) Müslüman toplumların geliÅŸmesinde, devletleÅŸmesinde çok önemli bir rol oynadı, fakat bunların etkisinin de bir sınırı vardı. Sonradan bu birikim, daha bir üst aÅŸamaya sıçrayan yeni bir uygarlığın (Batı’nın) temelini oluÅŸturmuÅŸtu. Avrupa’da filizlenen hümanizm ve Rönesans, sanıldığı gibi Müslümanlardan Yunan düşüncesini öğrendikten sonra baÅŸlamadı. Bu konuda da büyük yanılsama söz konusudur. Batılılar, Yunan eserlerinden her zaman haberdardılar. Bu eserler, Batı’nın kütüphanelerinde duruyordu, fakat bunlara ihtiyaç duyacak bir toplum ve zümre mevcut deÄŸildi. Fakat Batılılar, Müslüman toplumlardan bilim ve felsefe birlikte ele alındığında muazzam bir sıçrama gerçekleÅŸtirilebileceÄŸini görmüşlerdi. Batılı aydınlar, Müslümanların yapıtlarını harıl harıl çevirip okudular, fakat Rönesans’ın baÅŸlaması için bir 400 yıl daha, yani koÅŸulların olgunlaÅŸmasını beklemiÅŸlerdir.UYGAR KAVÄ°MLER NEDEN YENÄ°DEN BARBARLAÅžIR?Peki ama çöken uygarlıklar, arkalarında neden herhangi bir birikim bırakmıyor? Her yeni uygarlık (Batı), yıkıma uÄŸrayan eski uygarlığın (DoÄŸu) bütün imkân ve birikimini güç ve yaratıcılık kullanarak kendine çevirir. Ardından da eski uygarlığın bütün can damarlarını keser. Can damarı kesilen toplumlar, sömürüldükleri ve yaÄŸmalandıkları için birkaç kuÅŸak sonra kültürel açıdan çölleÅŸirler. Bunun, enerjinin sakınım yasasıyla da ilgisi vardır. Özetle, geliÅŸmekte olan uygarlıklar, yükselebilmek için verili olanakları (enerji), yani bilim, doÄŸa, insan emeÄŸi ve düşünsel birikimi kendi yararına dönüştürmek zorundadır. Sümer-Babil veya HabeÅŸistan-Mısır uygarlıkları çökerken de arkalarında kültürel açıdan çölleÅŸmiÅŸ bir coÄŸrafya bırakmışlardı. Orta Avrupa, Yunan-Roma uygarlığının çöküşünden sonra barbarlık koÅŸullarına geri dönmüştü. 6.-10. yüzyıl arasında Avrupa’da ticaret çökmüştü; bilim ve eÄŸitim son bulmuÅŸ, ulaşım kesintiye uÄŸramış, saÄŸlık sistemi yok olmuÅŸ, her yanı salgın hastalıklar sarmıştı, nüfus her yerde seyrekleÅŸmiÅŸti. Ä°slam coÄŸrafyası da aynı akıbete uÄŸramıştır. Ayrıca DoÄŸu-Ä°slam uygarlığının baÅŸarılarını ve tabii ki baÅŸarısızlıklarını ve sınırlılıklarını da o günün koÅŸulları içinde deÄŸerlendirmek gerekir. DoÄŸu-Ä°slam uygarlığı, önemli kültürel baÅŸarıların yanı sıra büyük düşünürler de yaratmıştır. Bu düşünürlerin ilki, kuÅŸkusuz Hz. Muhammed’dir. Sonra onu Arapların ilk filozofu El-Kindi, Er-Razi, Farabi, Ä°bn-i Sina, Biruni, Hayyam, Gazali, Ä°bn-i Rüşd ve Ä°bn-i Haldun gibi insanlık tarihinin düşünsel birikimine ciddi katkılarda bulunan onlarca düşünür takip etmiÅŸtir.Ä°SLAM FELSEFESÄ°NÄ°N KATKISIÖzgün bir Ä°slam felsefesinin varlığı bir uydurma deÄŸil, tarihsel gerçekliktir. Felsefe tarihinde “büyük felsefi katkılar†yoktur. Her katkı, öncekilere “küçük†ve ayrıntıda bir katkıdır. Düşüncede büyük sıçrayışlar istisnadır ve aslında her “küçük†tarihsel katkı, bir paradigma deÄŸiÅŸikliÄŸine de tekabül eder. Platon’un, Aristoteles’in, Descartes’ın, Kant’ın, Marx’ın katkıları da hep küçük ama tayin edici (paradigma deÄŸiÅŸtiren) ölçekte olmuÅŸtur.DÄ°N VE FELSEFE Ä°KÄ° SÃœTKARDEÅžTÄ°RKatkı, düşüncede tıkanmanın giderilmesi, bendin yıkılıp suyun önünün açılmasıdır. DoÄŸu-Ä°slam felsefesi, 5. yüzyıldan itibaren bütün dünyayı etkisi altına almış olan dinci (Yahudi, Hıristiyan ve Ä°slam) taassubun etkisini kırarak düşünceye yeniden felsefeyi sokmuÅŸ ve açtığı gedikle Rönesans ve aydınlanma sürecinin baÅŸlamasına katkıda bulunmuÅŸtur. Felsefe, ilahiyatın düşünsel alanını daraltmış, onun bilim ve akla karşı ördüğü önyargıları dağıtmıştır. 12. yüzyılda tektanrılı dinlerle (düşünür ve filozofları) felsefeyi buluÅŸturmak, düşünce tarihinde bir devrim ve felsefede paradigma deÄŸiÅŸikliÄŸiydi. Bu süreçte okuyan yazan herkes felsefeyle uÄŸraşır hale gelmiÅŸtir. Bu geliÅŸme, DoÄŸu-Ä°slam felsefesinin büyük baÅŸarısıdır. Dünyanın en seçkin filozofları ve bilim insanları, Farabi, Ä°bn-i Sina ve Ä°bn-i Rüşd’ü idol kabul etmiÅŸlerdi. Ä°bn-i Rüşdçü akım (sonradan Aristotelesçilik), 500 yıl boyunca (12.-16. yüzyıl) Avrupa’nın düşünsel yaratımının ana kaynağını oluÅŸturmuÅŸtur. Ä°bn-i Rüşd’ün “Din ve felsefe iki sütkardeÅŸtir†ifadesi veya tezi, felsefede bir sıçrama ve devrimdi. Bu düşünsel devrim, tıpkı Kopernik’in ve sonradan Galileo’nun bilim dünyasında “GüneÅŸ deÄŸil, fakat dünya dönüyor†demesi gibi bir olaydır.
Sadık Usta
Read more:
https://www.turkish-media.com/forum/topic/647371-batililar-bilim-ve-felsefe-birlikte-ele-alindiginda-muazzam-bir-sicrama-gerceklestirilebilecegini-gordu/