Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajans? - Haberler

Friday, 11.15.2024, 05:32 AM (GMT)

News - Haberler

Hepimiz kendi lojmanımızdayız

| Saturday, 01.02.2021, 04:07 PM |   (191 views)


Hepimiz kendi lojmanımızdayız figure > Yazar Ebru Ojen ile sert, gerçekçi ve çarpıcı üslupta yazdığı yeni romanı “Lojman” için buluştuk. Etkileyici bir yazar. Dünya üzerinde her toplumun bir şekilde anneliği mantık sınırları dışında kutsadığını düşünüyor. Fotoğraf: Vedat ARIKBir yazar olarak asıl meselesinin yapı-beden ilişkisi olduğunu söylüyor. Ebru Ojen ile buluştuk. - Yeni romanınız Lojman’da karlar içinde küçük bir lojmanda yaşayan bir ailenin hikayesini anlatıyorsunuz. Oldukça sert, cesur ve geleneksel söylemlerin dışında bir anlatım. Hepimiz kendi lojmalarımızda nefessiz mi yaşıyoruz?Romanın bakış açısıyla evet. Bununla ilintili olarak lojman alegorik oluşunun dışında göründüğü gibidir de. Bir kuruntu olmanın ötesine geçtiği halde yapıyı temsil eden öğelerin en acımasızı en sinsisidir. Bir fanatizm simgesi olmakla kalmayarak sahtekar yaratıcısının emirlerini harfi harfine yerine getirir. Lojman benzeri herhangi bir yapıdan dışarı adımımızı attığımızda fiziksel olarak dışarıya çıkıyor olmamız tüm benliğimizle ondan kopmuş olduğumuz anlamına gelmeyecektir. Biz artık ona, o artık bize bulaşmıştır. Yapı, ilk temastan itibaren bedenimizde, ruhumuzda, düşünce sistemimizdedir. İlişkilerimizi bu şekilde örgütler, yalnızlığımızı bile onun üzerinden kurarız. - Biz kadınlar üzerinde yüzyıllardır varolan annelik baskısına da değiniyorsunuz. Anneliğin kutsal olmadığını düşünüp savunsak da yaşadığımız toplumda annelik abartılan, hatta ilahi bir durum. Herkes anne olmak zorunda değil ve bu bir görev de değil. Anneliğin kutsal ve ilahi olduğunu düşünmek samimiyetsizliğe girmiyor mu?Bu konu uzunca üzerine düşünülmesi tartışılması gereken bir konu. Burada kısaca cevap vermek bizi ne kadar tatmin eder bilemem ama şöyle ki; anneliğin kutsanması gerçekleştiği sınırlar içerisinde devamlılık arz eden organize bir kötülüğün kokusunu ulaştırıyor burnuma. Üstelik bu gerçek sadece bizim toplumumuza ait bir mesele değil. Dünya üzerinde her toplum bir şekilde anneliği mantık sınırları dışında kutsamış bulunuyor. Bunun birçok nedeni elbette vardır ama bu ayrı bir araştırma konusu. Bir yazar olarak benim özellikle ilgimi çeken bir alan olmadığı için romanıma çalışırken de asıl meselem olan yapı- beden ilişkisi üzerine yoğunlaşarak araştırmalarımı sürdürdüm. Kadınlık - annelik üzerine özellikle çalışmadım, genel olarak yazarlığımda da ilgimi çeken, ilgilendiğim konular arasında değildir. Annelik konusu romanımın temel konusu olmamakla birlikte karakterleri yazarken, düşünmeler, okumalar, deneyimler sonucunda ulaştığım açık gerçekte görüyorum ki gündelik hayatın yaratımı da dahil cinsiyetlerin ve onlara yüklenenlerin (babalık, annelik gibi) durduğu yerin doğamıza ait nüveleri yok ettiği. Bu kendince bireysel, toplumsal deformasyonlara sebep oluyor tabii ki. Samimiyetsizlik de bu bağlamda toplum ve birey için önemsenecek boyutlardaki erozyonlardan biri. - Anne-çocuk ilişkisi ne kadar sahici?Bilmiyorum. Buna vakıf olmam zor. Hele ki bugüne kadar dünyaya bir çocuk getirmemiş biri olarak benim söyleyeceklerim, konu üzerine fikir yürütmenin ötesine geçemez. Ama elbette düşünmek isteyeceğim! Buna yani düşünmeye cesareti olan bir kimse olarak ben, anne- çocuk ilişkisini kişilerin deneyimlerinden bağımsız ele aldığımda bu karanlık münasebetin sahiciliğini tartışacağım alanı açmış oluyorum. Bu tarafı işin neşe verici tarafı, iş “sahi” olana gelince sanırım bu ilişki birçok kişi için yaralı, düğümlü bir problematiğe dönüşüyor. - Sanal bir alemde yaşıyoruz ve bütün ilişkiler gerçekliğini kaybetmiş durumda. Sadece pozitif duygular barındıran, sürekli gülen, çizgi film karakterleri gibi davranılmamız bekleniyor. Halbuki gerçek negatifi ve acıyı da içinde barındırıyor. Romanda da gerçek ve sanrı ayrımını görüyoruz. Duvarlarımızı yıkıp sanrılardan kurtulup gerçek ve özgür olabilecek miyiz?  Keşke bununla ilgili bir öngörüm olsaydı. Yazık ki bunu bilme gücüm yok. Özgürlüğün anlamı ise herkes için değişkenlik gösterebilir. Bazen başka kültürlerden insanlarla tanıştığınızda davranışları, düşündükleri ile o güne kadar özgürlük kavramı üzerine düşünmediğiniz bir fikri yapısıyla karşınızda beliriverirler ve inandıklarınız bir anda yıkılıverir. Özgürlük kavramı da diğer kavramlar gibi çok boyutlu bir kavram ve tek başına düşünüldüğünde elimize çok fazla şey bırakmaz. M. D. Sade’ın Can çekişen ateist adlı kitabında geçen şu cümle kavramları tek başına düşündüğümüzde başımıza gelecek olanı çok güzel açıklar aslında “koca bir meyve hasadı yapabilecekken çiçek toplamakla yetinmiş oluruz” SUÇLU ARAMAK ZAMAN KAYBI- İktidar beden ilişkisi üzerine konuşalım biraz. Günümüz gösteri çağında bedenimizle ilişkimiz ruhumuzun önüne geçmiş durumda. Lojman’da da iktidar beden ilişkisine değinip, bir nevi yapıların bedenimizin davranışını etkilediğini ve değiştirdiğini ima ediyorsunuz. Peki neden ve nasıl? Yapılar duyguya, bedene elbette etki eder. Bunu (yaşadığımız evler, binalar da dahil olmak üzere) kurum üzerinden ele alırsak bir adliye binasına girdiğimizde, ya da bir şekilde karakolda, okulda, hastanede olmak zorunda kaldığımızda, ilk andan itibaren fark ederiz. Onlarla temas içinde olmak duygusal alanımızdan düşüncelerimize kadar bizi etkiler. Bu anlamda romanda da bu konu bir imanın dışına çıkıyor. Açık açık kurumsal yapının roman karakterleri üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu görüyoruz. Karakterlerin hareket alanı kısıtlanıyor, iletişim biçimleri şekilleniyor, bir doğa manzarasının orta yerinde olmalarına rağmen doğanın sağaltıcı kuvvetinden mahrum kalabiliyorlar. Suç konusu ise başlı başına bir alan. Suç bir yasağa aykırı davranış ise eğer, suçlu yasağa aykırı davranan kişidir. Bu bağlamda bir suçlu aramak zaman kaybı. Meseleye suç- suçlu bağlamında bakamayız. Bu bizi bir yere götürmez. Yıkıma ya da çözüme yönelik fikirsel çalışmalar bizim konuyu yüksek bir düşünce alanından ele almamızı sağlar. - Her konuğuma soruyorum. Nasıl yazıyorsunuz? Belli bir ritüelim yok. Ama yazmak için çok erken saatleri tercih ediyorum. Masa başında çalışamam, zorlanıyorum. Genelde bir yere yaslanıp uzanarak yazarım ve okurum. Yazarken kahve sigara vs gibi yardımcı unsurlar kullanmam. Sesizlik ve düzen benim için mühimdir. Yazma alanım düzenli, temiz değilse düzenler, temizler yazmaya öyle başlarım. DOSTLAR SOFRAM YOKTUR- Ekşi sözlükte sizin için tatlı, neşeli hatun yorumlarını okuyunca rahatladım gerçi… Sofralar bizi kendimize ve birbirimize yakınlaştıran, çözüme ulaştıran bir yer sanki.  Dostlar sofranızı anlatır mısınız?Benim için kim neşeli demiş bilmiyorum ama teşekkür ederim, ince ruhlu bir kişiymiş. Oysa gerçek bu mu? Benimle uzun vakitler geçiren insanlara sormak gerek belki de. Bunu yazan kişinin benimle yakın bir ilişki içinde olmadığı aşikâr. Dostlar sofram ise yoktur. Misafir seven biri değilimdir. İnsanların birbirlerini çok kısa ziyaret etmesinden yanayım. Ben de başkalarının evlerinde uzun vakitler geçirmekten pek hoşlanmam. Hemen evime dönmek isterim. - Philiph Roth hakkında bir makale okurken, Roth’un hayatında hiç yemek yapmadığını ve sadece güvendiği insanların yaptığı yemeği yediğini öğrendim. Her zaman en çok tercih ettiği de çorba ve türevleriymiş. Yemek yapma konusunda ne düşünüyorsunuz? Klasik lezzetler ilgimi çeker. Sebze yemekleri yapmayı ve yemeyi severim. - En sevdiğiniz yemek ve severek yaptığınız yemek?  Özel olarak çok sevdiğim bir yemek yok aslında. Yemek konusu bana rahatsızlık (olumsuz anlamda değil) veren bir konu. İkinci romanımda yazdığım ana karakter ile ilgili olarak birçok zehirli yemek tarifi vermiştim. Merak edenler okuyup o bölümü özellikle inceleyebilirler.- Nasıl eğleniyorsunuz?Beni çok şey eğlendirebilir. Karikatürler, filmler, kitaplar, oyunlar, yakın arkadaşlarım. Özellikle kardeşim beni çok güldürür. Hayatımda hiç kimseye ona güldüğüm kadar gülmemişimdir. - Bu aralar ne okuyorsunuz? Ne izliyorsunuz?Gün içinde bir kaç kitap birden okuyorum aslında. Bu hafta başladığım bir roman var, Javier Cercas’ın Sahtekâr adlı kitabı. Film ise; en son gündelik yaşamı sinemaya müthiş bir lirizmle aktaran minimalist yönetmen Yasujiro Ozu’nun 1949 yapımı “Geç gelen bahar” filmini tekrar izledim. Kendisi o ekolden sevdiğim bir yönetmendir. Ebru D. Dedeoğlu

Read more: https://www.turkish-media.com/forum/topic/655491-hepimiz-kendi-lojmanimizdayiz/


(Votes: 0)


Gallery

İnternet Nasıl Çalışır