Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Monday, 04.28.2025, 12:25 AM (GMT)

News - Haberler

Petrol rafinerisindeşiddetli patlama

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Petrol rafinerisinde şiddetli patlama Endonezya’nın başkenti Cakarta'daki Balongan Petrol Rafinerisi’nde şiddetli patlama meydana geldi. Endonezya’nın en büyük petrol rafinerisinde meydana gelen şiddetli patlamanın sesi kilometrelerce öteden duyuldu. Ülkenin önemli petrol rafinerinden biri olan Balongan rafinerinde günde 125 bin varil petrolün işlendiği tahmin ediliyor. Görgü tanıkları tarafından amatör kameraya yansıyan görüntülerde, alevlerin gökyüzünü kapladığı görüldü. Patlamanın nedeninin henüz belli olmadığı ifade edildi. Ayrıntılar geliyor... DHA

Orhan Veli’yi yaşamak! Ataol Behramoğlu'nun yazısı

Orhan Veli’yi yaşamak! Ataol Behramoğlu'nun yazısı “Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır… Orhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?... Orhan Veli’nin şiirlerinde şairin yaşamının her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temaları ön sıradadır. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.” /Archive/2021/3/26/184520706-1-.jpgBir şair öncelikle bir dil dünyasıdır. O dilin içine girer çıkar, o dilin sözcükleriyle yıkanır, sesleriyle söyleşir, kavramlarıyla düşünür tartışır duygulanırsınız. En önce, hepsinden önce, her şeyden önce gelen dildir, dilin kendisidir. Bu ise, şairin söylediklerinden önce, onları nasıl söylediğinin gelmesi demektir. Çünkü şairin iç sesi,kişiliği, onu o şair yapan şey, söylediklerinin ne olduğundan da daha çok, onları nasıl söylediğindedir.Konular, temalar aslında geneldir ve sınırlıdır. Yaşam, ölüm, aşk, özlem, keder, savaş, barış, yalnızlık, ayrılık, mutluluk, mutsuzluk; bütün bunlara ilişkin sayısız ayrıntı… Şairin, bunlardan hangilerini şiirinin konusu, teması yaptığı belirleyicidir kuşkusuz… Fakat şiirin gizemi, şairin onları söyleyişinde, onları nasıl söylediğindedir… Şairi (şiirlerini) yaşamak ise; konulardan, temalardan önce, asıl bu özgünlüğü duyumsayabilmektir…/Archive/2021/3/26/184532862-2-.jpgÂŞIKANE ‘OARISTYS’…Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır…Ne demek “oaristys”? Bugün de ilk okuyuşumdaki gibi aynı duygulukla sevdiğim şiirin adının ne anlama geldiğini o günlerde çok da merak mı etmedim, yoksa arayıp bulamadım mı, şimdi anımsamıyorum… Çok sonra, eski Yunancadan ve edebiyatından Fransızcaya ve edebiyatına girmiş bu edebiyat teriminin “âşıkane bir söyleşi, iç dökme, içli-üzünçlü şiir” anlamına geldiğini öğrenecektim…1936’da Varlık Dergisinde, demek ki şair 24 yaşındayken yayınlanmış bu şiiri, zihnimdeki ve gönlümdeki yerini koruyagelmiştir…/Archive/2021/3/26/184541175-3-.jpg“Ey hâtırası içimde yemin kadar büyükEy bahçesinin hoş günlere açık kapısıHâlâ rüyalarıma giren ilk göz ağrısı,Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,Kanımın akışını yenileştiren damar,Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlarİçime yeni bir fecir gibi doğan çocuk. (…) Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacıVe o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;Atları çıngıraklı arabanın ardındanBeyaz, keten mendilimde sallanan ilk acı.”/Archive/2021/3/26/184603409-4-.jpgOrhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat yukarıdaki ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?.../Archive/2021/3/26/184615049-5-.jpg‘ESKİ BİÇİMLİ ŞİİRLERİ’“Oaristys” genç şairin Mehmet Ali Sel takma adını kullanarak dergilerde yayınladığı, ölümünden sonraki yayınlarda “eski biçimli şiirleri” başlığı altında toplu şiirleri arasında yer alan şiirlerinin ilkidir.Bu şiirlere “eski biçimli” denilmesi, “Garip”te ve sonrasındaki şiirlerden farklı olarak ölçülü-uyaklı yazılmış şiirler olmaları nedeniyledir. Yoksa, ölçü ve uyak , neden eski biçim unsurları sayılsın?Kaldı ki Orhan Veli’nin sonraki şiirlerinde de, bilinen kalıplarıyla olmasa da, ölçü ve uyak unsurları kuşkusuz ki söz konusudur. (Fakat bu, genel olarak “özgür koşuk” kavramıyla ilgili bir başka konudur…)Ölçülü-uyaklı bu ilk şiirlerine gelince, bunlar, sadece bu kadarla kalınmış bile olsa, bir şairin edebiyat tarihinde yer almasını sağlayacak şiirler olduğu gibi, Orhan Veli şiirini doğru anlamak için incelenmesi, irdelenmesi ve dahası zevkle okunacak şiirlerdir…Şimdi, şu anda, bu satırları yazmaktayken masamdaki kitabını karıştırdığımda, sözünü ettiğim ilk şiirler arasında karşıma çıkan (1936 tarihinde yazılıp yayınlanmış, ölçülü-uyaklı) “Odamda” adlı şiirin şu ilk dizelerine bakalım:/Archive/2021/3/26/184623080-6-.jpg“Ben miyim bu şeylerin sahibi?Kafamda bir çocuk var meraksız.İç âlemim oyuncaktan farksızOdam, içime bir ayna gibi.”Bu da “Garip” ve sonrasının ilk şiirlerinden “Sevdaya mı Tutuldum?” adlı şiiridir:“Benim de mi sevdalarım olacaktı?Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?Çok sevdiğim salatayı bileAramaz mı olacaktım?Ben böyle mi olacaktım?”İlki oldukça uzun bu iki şiirde tümüyle bambaşka şeylerden söz ediliyor olsa da, ikisi arasındaki dil aynılığı dikkat çekicidir…/Archive/2021/3/26/184634768-7-.jpgYAŞAMA SEVİNCİ VE ÖZGÜRLÜKOrhan Veli’nin şiirlerini konu-tema bakımından sınıflandıracak olursak, bu şiirlerin (ve şairin yaşamının) her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temalarının ön sırada olduğunu göreceğiz. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.01.12.1949’da; talihsiz, beklenmedik ölümünden kısa süre önce “Yaprak” dergisinde yayınlanan “Dalga”, bu iki temanın ve bize Orhan Veli’yi, onun özgün ve büyük şiirini yaşatan dil ve tema birlikteliğin bir sentezi gibidir…“Mesut sanmak için kendimiNe kâğıt isterim, ne kalemParmaklarımda sigaramDalar giderim mavisinden içeriKarşımda duran resmin.. Giderim deniz çekerDeniz çeker, dünya tutarİçkiye benzer birşey mi varBirşey mi var ki havadaDeli eder insanı, sarhoş eder? Bilirim, yalan, hepsi yalanTaka olduğum, tekne olduğum yalanSuların kaburgalarımdaki serinliğiİskotada uğuldayan rüzgarHaftalarca dinmeyen motor sesiYalan.... Ama gene deGene de güzel günler geçirebilirimGeçirebilirim bu mavilikteSuda yüzen karpuz kabuğundan farksızAğacın gökyüzüne vuran aksindenHer sabah erikleri saran buğudanBuğudan, sisten, ışıktan, kokudan... Ne kâğıt yeter ne kalemMesut sanmam için kendimiBunların hepsi... hepsi fasafisoNe takayım, ne tekneyimÖyle bir yerde olmalıyımÖyle bir yerde olmalıyım kiNe ışık, ne sis, ne buğu gibiİnsan gibi.” Ataol Behramoğlu

‘Aylaklar Kumsalı’Emek Yurdakul'un yazısı...

‘Aylaklar Kumsalı’ Emek Yurdakul'un yazısı... İlk sıralarda sayacağımız çocuk kitaplarına baktığımızda, sisteme muhalif, güçlü, kendi olmaktan son derece mutlu karakterlere rastlıyoruz: Pippi Uzunçorap, Matilda, Kumkurdu vb. Bu açıdan rahatça diyebilirim ki Aylaklar Kumsalı, bu dönemin toplumsal yapısına eleştirel bakışıyla diğerlerinin yanında yerini alacaktır. /Archive/2021/3/26/184235318-ic1.jpg “İsmim Sofia. On bir buçuk yaşındayım, büyüyünce aylak olmak istiyorum.” Kitap Sofia’nın kendine yolculuğunun ilk tümcesiyle açılıyor ve nasıl “Aylaklar Kumsalı”na dönüşüyor? Son yıllarda, yeni eğitim modellerinin, eğitimcilerin ve psikologların ebeveynlere çocukların zihinsel ve dolayısıyla bedensel sağlıklarının iyiliği için salık verdiği, çocuğun doğayla bağını kurma/ kuvvetlendirme ve ailenin paylaştığı zaman dilimlerini artırma önerileri üzerine, kentten kırsala taşınmalara çokça rastlıyoruz. Sofia’nın kendini tanıma serüvenini tetikleyen de bu taşınmalardan birini ailesiyle göğüsleme çabası. AYLAK NEDİR? Gün içerisinde kendime tavana bakma saatleri ayırmayı pandemi döneminde anımsadım: Sistemde benim gibi boğulmuş diğerlerince onaylanmak, bilhassa içsel onayımı sağlamak için koştururken unuttuğum “durma”yı da! Her gün, sistemin tabiriyle boş boş oturmanın keyfini sürdüm. Sürekli bir şey yapma zorunluluğu duymaktan yorgun düşmüşlüğümü hissettim. Sadece olduğum gibi durdum; güneşte, yağmurda, neşeyle, sıkıntıyla, sessizlikle, susmayan zihnimle, pencereden dışarı ya da tavana bakarak ama seyretmeden… Kitapta Sofia’yla birlikte ilerledikçe, tavana bakma vakitlerimin, aylaklar kumsalımda geçirdiğim zamanlarım olduğunu fark ettim. Peki, “aylaklık” gerçekten de kötü mü? Kitabın sonundaki nota ekleyecek çok da bir şeyim yok açıkçası: “…bu sistemde işe yarar olmanın anlamı üretken davranmamızı, para kazanmamızı ve kazandığımız parayı anında harcayarak döngüden asla çıkmamamızı sağlayan uğraşlara indirgendi!.. İşe yarayan şeyler yapmamak sistem karşıtlığına dönüştü. Sanat, müzik, felsefe, düşüncelere dalmak, vahşi doğa… bizi insan yapan bütün bu kavramlar toplumun geniş kesimlerince aylaklık olarak görülüyor!.. İşe yararlığın öne çıkarıldığı dünyaya Sofia gibi bir karakter aracılığıyla isyan ettiğim için bana saftirik denirse bunu iltifat kabul ederim...” /Archive/2021/3/26/184250224-kapakic2.jpg AYLAKLIK, ÜRETMEK VE YETENEĞİNİ ARAMAK… Proje çocuklar döneminde büyümüş biri olarak, yeteneğim var mı diye alandan alana sürüklenirken ceplerim, tabi ebeveynlerimin cepleri başarısız olduğum onlarca şeyle doldu. Neyse ki, “çocuğumuz bizden şanslı olsun, eğitim sistemi de henüz bunu destekler nitelikte olmadığına göre biz araştıralım”ın şekli değişti de hem ebeveynlerin sırtından yük indi hem de çocuklar hayata başarılarından ziyade başarısızlıklarının bilinciyle başlamıyor artık. Peki, kötü müdür çocuğunuzun yeteneğini aramak? Sevdiği işi keşfetmesine yardım etmek veya mutlu bir hayatı olsun diye mutlu olacağı alanı bulmaya çalışmak? Yaratılmış bu dönemsel yöntem ve bunun gibi arayışlar yokken nasıl buluyordu insanlık kendini? Bu üç sorunun da, sorulması gereken asıl soruyu görmemizi engellediğini fark edersek, büyümenin ve keyifli yetişkinliğin/yaşamın o kadar da didiklenerek, külfetle elde edilen bir şey olmadığını görüp rahat bir nefes alabiliriz. Sofia’nın keşifleriyle önümüze serdiği yol, dünyanın da var olmanın da özünü anımsatıyor: “Derken deniz benimle konuştu. Dalgalar dalgadır. Martılar martı. Bulutlar buluttur. Sofia’nın tek yapması gereken Sofia olmaktır.” Ve “olmak”, üretmemek anlamına da gelmez ki! Kendisiyle bağını kopararak büyümüş, öğretim sistemi içinde yetenekli olduğunda onaylanacağı alanları sınırlandırılmış, bu alanlarda kazanımlar elde edişine göre başarılı-başarısız diye etiketleneceği bilinciyle büyümüş yetişkinlerle dolu bugün dünya. Her derste başarılı olup bir veya birkaçında uzman olmanız bekleniyor. “Neden” ise öğretim sistemince bilinçle yok edilen ilk soru olduğu için, çoğumuzun aklına düşmüyor. Neden tüm branşları bilmeliyim? Matematikten iyi not almış ama muhakeme yeteneği gelişmemiş yüzlerce insan varken bir şeyler ters gitmiyor mu? Elbette yaşamın işleyişine uyum sağlayabilme fikrine katılıyorum. Yaşamın işleyişinden ne kastettiğimize bağlı olarak tabii ki. Doğum ve ölüm gibi, teknolojiyi, hayatımızı kolaylaştırırken çevreye verdiği zararları gözeterek kullanmak gibi, tıbbın gelişmesine sevinip ilaçlara müteşekkir olurken sağlık sisteminin ilaç sanayisince yönetildiğinin bilincine varmak gibi… Uyum sağlama içgüdüsüyse, insanın doğasında var; büyürken kontrol edemeyeceğimiz şeylere kaygılanmayı öğrenip körelmiş biçimde artık ona sağır olsak da. UYUMLANMAK AMA NASIL? Sofia’nın dönüşümü yolculuğunda da uyumlanmanın nasıl’ı, adapte olmak ve asimile olmak arasındaki kafa karışıklığıyla keşfediliyor. Sofia’nın ailesi, uyum sağlamak yerine asimile olmaya çalışıyor farkına varmadan. Kentte çiçekçi dükkânında son derece mutlu anne, kırsala taşınınca kendisini var eden üretiminden vazgeçiyor. Bu ekonomik eksiklik babayı daha çok çalışıp daha sinirli olmaya sürüklüyor. Bütün bu kırsala taşınma planı, daha huzurlu, daha dingin, doğayla ve aileyle daha çok vakit içinken işler ters gidiyor. Yaşadığınız ortamı değiştirdiğinizde zihniniz hâlâ kaygılarla doluysa dışsal dinginlik size ne sağlayabilir? Sofia da bu ters köşelere savrulan deneyimi şaşkınlıkla izliyor: “Babam koca bir ‘Hayır’a dönüştü… Ayrıca serbest çalışıyormuş... Bence babam köleye benziyor… Annem bir melektir. Hüzün meleği. Köye taşınmak uğruna çiçekçi dükkânını kapattı, yavaş yavaş soldu. Bahçesinde çiçekleri olsa da insanları özlüyor...” Ve ekliyor: “Buranın havası temiz olsa da insanı boğuyor.” Sofia’nın doğayla uyumlanmasına paralel ilerleyen kendisiyle buluşma yolculuğu, sistemsel kaygılarla sarılı babayı hiç memnun etmiyor. Ebeveynleriyle çatışan bakış açısına rağmen Sofia, keşfettiği kendinden vazgeçmezken, pek çok çocuk kitabından farklı bir ters köşeyle yazar, ebeveynlerin Sofia’yı kendilerine örnek aldığı noktaya bağlıyor hikâyenin sonunu. Aylaklar Kumsalı / Alex Nogues / Resimleyen: Bea Enriquez / Çeviren: Emrah İmre / 88 s. / 9+ / 2021. Emek Yurdakul / Cumhuriyet Kitap Eki

Haftanın güncelçocuk kitapları...

Haftanın güncel çocuk kitapları... Güncel çocuk kitaplarına ilişkin haftanın seçkisinde şu kitaplar yer alıyor: Neon Leon (Jane Clark-Britta Teckentrup), Küçük Siyah Bir Şey (Reza Dalvand), Rengini Değiştirmek İsteyen Kurt (Orianne Lallemand), Pibalu Gezegeni’ne Dönüş( Emre Şimşek). /Archive/2021/3/26/184018038-ic1.jpgNeon Leon / Jane Clark-Britta Teckentrup / Çev.: Gökçe Yavaş / Altın Kitaplar / 24 s. / 3+ / 2020.Leon bir bukalemun. Birçok da arkadaşı var. Hepsi, bulundukları yere uyum sağlamak için renk değiştiriyor. Ağaçların dallarında, yapraklar arasında zor fark ediliyorlar. Bulabilir misiniz onları? Hepsi de yeşil sanki. Yeşilin de ne çok tonu var öyle! Peki, kumda nasıl görünürle acaba? Şimdi de kayaların üstündeler. Hepsi yine ortama uyum sağlamış. Ama Leon, nereye giderse gitsin hep tupturuncu. Yalnız kalsa, üzülse de vazgeçmiyor renginden. Ortama uymak, ona göre giyinmek iyi belki ne var ki ışığını, ışıltını, gerçek rengini unutmak fena. Arkadaş mı? Seni sen olduğun için sevendir gerçek arkadaş./Archive/2021/3/26/184033866-ic2.jpgKüçük Siyah Bir Şey / Reza Dalvand / Çev.: Osman Tunaman / Arden Yay. / 28s. / 4+ / 2021.Sabahın ilk saatlerinde orman ışıl ışıldı. Her şey alışıldığı yerdeydi de ağaçların arasındaki bir açıklıkta, yerde duran siyah şey herkesin dikkatini çekti. Gören fikir yürüttüyse de uzak durdu ondan. Ortama yabancı, bilmediğimiz, ilk kez karşılaştığımız nesneler ya da davranışlar; kimi zaman merakımızı harekete geçirse de korkutur bizi. Temkinli olmaktan çok tedirginlik duyarız. Oysa anlamaya, önyargılarımızı ve temeli olmayan korkularımızı bir yana bırakıp bizi ürkütenin ne olduğunu öğrenmeye çalışmak varsıllaştırır hayatımızı. Unutmayalım ki her farklılık, karşılaştığımız her yeni kişi ya da varlık hayatımıza yepyeni renkler ve boyutlar katar./Archive/2021/3/26/184052413-ic3.jpgRengini Değiştirmek İsteyen Kurt / Orianne Lallemand / Resimleyen: E. Thuillier / Çev.: Ersel Topraktepe / YKY / 30 s. / 3+ / 2021.Sizin renginiz size uygun mu? Kurt’a sorarsanız onunki ona uygun değil. O da rengini bulmak için başlıyor arayışa. Kırmızı, turuncu, pembe… olacak iş değil, hiçbirinden memnun olamıyor. O ararken biz de bolca gülüyoruz. Sonunda uyuyan bir tavusun tüylerini çalıp kuşanıyor rengârenk. Beğeniyor da beğenmesine ama dişi kurtlar daha çok beğeniyor onu bu haliyle. Sarıp sarmalıyorlar. Yine bir rahata kavuşamayan Kurt’un sinirleri iyice bozuluyor ve dönüyor kendi rengine. Biz hâlâ rengimizi arıyoruz; size de Kurt’la keyifli arayışlar…/Archive/2021/3/26/184059944-ic4.jpgPibalu Gezegeni’ne Dönüş / Emre Şimşek / Redhouse Kidz / 36 s. / 5+ / 2021.Pibalu’da sorun var. Eray da arkadaşı Pırıltı’nın yardım isteğiyle yola koyuluyor. Pırıltı daha girişte uyarıyor Eray’ı: “Eskiden gezegenimizde müzik dinlenirdi, şimdiyse her yeri ekranlar kapladı. Herkesin önünde bir ekran, başka hiçbir şeyi umursamıyorlar.” Ne kadar tanıdık değil mi? Emre Şimşek’in yazıp resimlediği bu üçüncü kitabında, Pibalu Gezegeni’ni ekranlardan beslenen bir robot ele geçirmeye çalışıyor. Robottan kurtulma sürecinin başındaysa unutulan “Merhaba” sözcüğünü anımsatıyor Eray, Pibalululara ve başlıyor yüz yüze iletişim. Ayrıca ekranların başımıza açtığı dertlerden sabırsızlık ve kolaycılık da Pibalu’nun başına dert olmuş durumda. Biz okurken günümüze tekrar tekrar baktık, toplumsal inceleme boyutundan da son derece keyif aldık. Emre Şimşek’in yenilerini merakla bekliyoruz. Emek Yurdakul / Cumhuriyet Kitap Eki

LiseÖğretmeni Pedersen’in uyanışı!

Lise Öğretmeni Pedersen’in uyanışı! Dag Solstad, lise öğretmeni Pedersen’in şahsında bütün bir kuşağın hayallerini, dünyayı değiştirme arzusunu, mağlubiyetten sonraki şaşkınlığını ve iç hesaplaşmalarını bazen hüzün bazen mizahla, ama hep tutkuyla anlatıyor. /Archive/2021/3/26/183853929-ic.jpgÇiçeği burnunda öğretmen Knut Pedersen ilk görev yeri olan taşra kasabasına geldiğinde, hayalleri aile kurmanın ve saygın bir öğretmen olarak sade bir hayat sürdürmenin ötesine uzanmaz. Ne var ki yıllardan 1968’dir ve dünyanın dört bir yanında esen değişim rüzgârı Norveç’in taşrasına da ulaşmıştır: Pedersen okulda yaşayacağı beklenmedik bir olaydan sonra gittikçe büyüyen bir siyasi harekete kapılacağından ve hayatını başka türlü amaçlara adayacağından habersizdir.Dag Solstad, Türkçedeki yolculuğuna Mahcubiyet ve Haysiyet’le unutulmaz bir başlangıç yapmış, okurlardan büyük ilgi görmüştü. Şimdiyse lise öğretmeni Pedersen’in şahsında bütün bir kuşağın hayallerini, dünyayı değiştirme arzusunu, mağlubiyetten sonraki şaşkınlığını ve iç hesaplaşmalarını bazen hüzün bazen mizahla, ama hep tutkuyla anlatıyor.Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı / Dag Solstad / Çeviren: Banu Gürsaler Syvertsen / Yapı Kredi Yayınları / 232 s. Cumhuriyet Kitap Eki

Birİzlanda polisiyesi

Bir İzlanda polisiyesi Hipotermi romanı yazarın diğer romanları gibi tek bir cinayet üzerine kurulmuş olay örgüsüyle yavaş tempoda ilerleyen, kuzeyli yapıtların pek çoğunda görmeye alışık olduğumuz şiddet dolu sahneler barındırmayan ama sürükleyicilik ve gizem çizgisinden asla ödün vermeyen tipik bir Arnaldur Indrıdason romanı. /Archive/2021/3/26/183655493-ic1.jpgİntihar girişimi gerçekleştirmeyi tasarlayan birine yardım etmek ya da bir kişiyi kasten intihara teşvik etmek suç teşkil eder mi? Arnaldur Indrıdason’un 2005’te, “Reykjavik Polisiyeleri” başlığı altında yayımlanan Sırlar Şehri adlı roman ile Türk okurunun tanıdığı dedektif Erlendur, yedi yıl ortalardan kaybolduktan sonra bu kez Hipotermi’yle yeniden karşımızda. Ama bu sefer kaybolmamak üzere geri geldiği açık.Arnaldur Indrıdason romanları Kuzey polisiyelerinin kendine özgü bütün özelliklerini barındırıyor. Nedir bu özellikler? Gizem dolu cinayetler, derinlikli karakter betimlemeleri, toplumsal sorunlar karşısında takınılan gerçekçi duruş ve kasvetli, soğuk mekanlar…Arnaldur Indrıdason’un yeni romanı Hipotermi’ye gelene kadar yayımlanan Sesler, Sular Çekildiğinde ve Kutup Soğuğu romanları, kahraman-okur beraberliğimizin uzun soluklu olacağını kanıtlıyor.Indrıdason’un Dedektif Erlendur’u sadık polisiye okurlarının yakından tanıdığı Kuzeyli meslektaşları gibi “cool” ama son derece kibar ve çoğu polisiye roman kahramanına benzer şekilde özel hayatı problemlerle dolu bir dedektif.O, bir soruşturma sürecinde sizi sorgulamaya geldiğinde kapı dışarı edebileceğiniz naiflikte olmakla beraber bacadan girerek sorularının yanıtını alıncaya kadar peşinizi bırakmayacak inatçılıkta bir adam./Archive/2021/3/26/183719290-kapakic2.jpgÖLÜMDEN SONRA YAŞAMHikâyeye bakarsak...Yazar, Hipotermi romanında macerayı gizemli ve büyük sorulardan birini takıntı haline getirmiş bir kadın üzerine kurmuş: "Ölümden sonra yaşam var mıdır ve eğer varsa ölen biri ölüm sonrası gidilen bu yer her neresiyse oradan bize bir şey söyleyebilir mi veya bir işaret gönderebilir mi? ".Bir bankada çalışan ama yönetimden kaynaklanan sorunlar nedeniyle tımarhaneye dönmüş iş yerinde çok bunalan Karen, çocukluk arkadaşı Maria’nın daveti üzerine hafta sonunu dinlenerek geçirmek için arkadaşının, Thingvellir Ulusal Parkı'nda bulunan Sandkluftavatn Gölü kıyısındaki yazlık evine gelir. Ancak gelir gelmez evde kötü bir sürprizle karşılaşır: Maria’nın cesedini tavana asılmış halde karşısında durmaktadır.Dedektif Erlendur ne evde ne de kadının vücudunda herhangi bir mücadele izine rastlar. Erlendur soruşturmasını ilerletirken Maria’nın önce bir deniz kazasında babasını, bu kayıptan iki yıl gibi kısa bir süre sonra kanser hastalığı nedeniyle annesini kaybettiğini ve bu kayıpların onda korkunç bir travmaya neden olduğunu öğrenir.Öğrendiklerinden vardığı olası bir sonuç, genç kadının çok güçlü bir bağlılıkla sevdiği annesinin kaybının yol açtığı ağır depresyonun üstesinden gelemediği için intihar etmiş olabileceğidir.Sonrasındaki günlerden birinde Karen, Maria’nın kendi isteği ve kararıyla intihar ettiğine dair kuşkuları olduğunu söylemek ve bu kuşkularının temeli olan, arkadaşına ait bir ses kaydını vermek için dedektifi ziyaret eder.Söz konusu kayıt, Maria’nın bir medyumla beraber annesinin ruhunu çağırmak amacıyla gerçekleştirdiği bir seansın kaydıdır. Karen, Maria’nın her zaman ölümden sonra bir yaşam olup olmadığını merak ettiğini, bu konuyu yoğun bir biçimde araştırdığını ancak annesinin ölümüyle beraber takıntı haline getirdiğini de açıklar.Üstelik bu araştırmalar teoride kalmamış, Joel Schumacher'in bilinen filmi Çizgi Ötesi’nde filminde gerçekleştirilen deneylere benzer bir deney gerçekleştirmeye kadar varmıştır./Archive/2021/3/26/183710399-ic3.jpgDENEY!Romana adını veren "Hipotermi deneyi" kapsamında bir grup tıp fakültesi öğrencisi bir arkadaşlarının vücut ısısını belli bir seviyenin altına düşürerek kalbini durdurmuşlar ve onu klinik olarak öldürmüşlerdir. Bu esnada soğuk tüm organları korumuştur. Ekip daha sonra defibrilatör yardımıyla kalbin tekrar çalışmasını ve "ölen arkadaşlarının dirilmesini" sağlamıştır.Maria'nın yaşarken, ölümden sonra bir hayat varsa ve annesi de bu yaşamı sürdürmek üzere belli bir yere gitmişse kendisine mutlaka bir mesaj göndereceğine ve annesinden beklediği o işaretin de kütüphanesinde bulunan Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde" kitabı aracılığıyla kendisine ulaşacağına inandığı bilinen bir durumdur.Erlendur kaydı dinlediğinde tuhaf ve güçlü bir dürtünün kendisini ele geçirdiğini hisseder ve Maria hakkında daha fazla bilgi edinmeye, ailesini ve arkadaşlarını daha yakından tanımaya, yaşamının neden o yazlık evde, bir ilmikte son bulduğunu araştırmaya koyulur.Araştırmalarını derinleştirip Maria’nın hayatını didikledikçe gerçeğin göründüğü gibi olmadığını anlar. İntiharla ilgili bir teorisi vardır fakat elinde çok az ipucu olduğu için kuramını açıklamakla zayıf temellere dayalı bir suçlama yapmaya kalkışmanın çelişkisi ve sıkıntısı içinde gerçeği ortaya çıkarmaya yönelir.Hipotermi romanı yazarın diğer romanları gibi tek bir cinayet üzerine kurulmuş olay örgüsüyle yavaş tempoda ilerleyen, kuzeyli yapıtların pek çoğunda görmeye alışık olduğumuz şiddet dolu sahneler barındırmayan ama sürükleyicilik ve gizem çizgisinden asla ödün vermeyen tipik bir Arnaldur Indrıdason romanı.Hipotermi / Arnaldur Indridason / Çeviren: Gamze Bulut / Doğan Kitap / 309 s. Çağatay Yaşmut

Jancar ile‘Mayıs, Kasım’

Jancar ile ‘Mayıs, Kasım’ Viyana’dan Ljubljana’ya uzanan bir savruluşu konu ediyor Mayıs, Kasım. Drago Jancar, okurunu bu kez devasa şirketlere, başarısızlığı taç hâline getirmiş bir müzisyene ve bolca aryanın olduğu uzak bir bakışa davet ediyor. /Archive/2021/3/26/183522447-ic1.jpg“Herkesin ona güveni tamdı zira hepsi biliyordu ki Dobernik onu bir metro istasyonundan çıkarıp getirmişti. Çünkü Ciril hiç kimseydi. Şirketten hisse kapmaya, kimsenin işine burnunu sokmaya kalkışmayacak bir hiç kimse. Adam yerine konduğu, hem de kısa zamanda benimsendiği için şükran duyması gereken bir hiç kimse. Öyle bir hiç kimseydi ki başka bir hayatta işsiz güçsüz bir aylak, bir sokak müzisyeni, bir kemancıyken, kendinden ne beklediklerini anlamadığı kişilerin kurduğu yeni hayatında, televizyon kameralarının önünde Piscanec’i şantiyede tozun içine yuvarlanmaktan kurtarmak zorunda kalmıştı.”/Archive/2021/3/26/183532228-ic2.jpgCiril gündüzleri metrolarda, geceleri üçüncü sınıf bir barda müzik yapan bir kemancı. Ne akademiye girecek kadar yetenekli ne müstakil bir evde yaşayacak kadar paralı ne de gönlünce bir aşk yaşayacak kadar şanslı. O, her şeyin ortalaması; bir vasatlık prensi.Ve bu prensin, Stefan Dobernik’le tanışmasıyla bütün hayatı değişiyor, altüst oluyor. Her adımda hayallerinden daha da uzaklaştığını bildiği hâlde yürümek zorunda kalıyor.Viyana’dan Ljubljana’ya uzanan bir savruluşu konu ediyor Mayıs, Kasım. Drago Jancar, okurunu bu kez devasa şirketlere, başarısızlığı taç hâline getirmiş bir müzisyene ve bolca aryanın olduğu uzak bir bakışa davet ediyor.Mayıs, Kasım / Drago Jancar / Çeviren: Neşe Ay Başman / Dedalus Kitap / 352 s. Cumhuriyet Kitap Eki

Türk sinemasının ilk yönetmeni: Fuat Uzkınay

Türk sinemasının ilk yönetmeni: Fuat Uzkınay Birinci Dünya Savaşı'yla orduya katılan Uzkınay, 14 Kasım 1914'te, Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin yıkılışını 150 metrelik filme çekerek, Türk sinemasında ilk kez film çeken kişi oldu. İlk Türk sinemacı, yapımcı ve yönetmen Fuat Uzkınay'ın ölümünün üzerinden 65 yıl geçti. Uzkınay, 1888'de Üsküdar'da dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi'nden sonra İstanbul Üniversitesi Fizik-Kimya Bölümü'nden mezun olan Uzkınay, öğrencilik yıllarında İstanbul Erkek Lisesi'nde dahiliye memurluğu yaptı. Türkiye'de sinemaya olan ilginin artmasıyla Uzkınay'ın da dikkatini çeken sinema sanatı, onun dahiliye müdürlüğü yaptığı okulda öğrencilere sinemayı tanıtan ve öğreten dersler vermesini sağladı. TÜRK SİNEMASINDA İLK KEZ FİLM ÇEKEN KİŞİ OLDU Uzkınay, kamera kullanımını Sigmund Weinberg'ten öğrenerek, 1914'de ise Seden Kardeşler ile Milli Sinema adı verilen Sirkeci'deki Ali Efendi Sineması'nın işletmeciliğine başladı. Birinci Dünya Savaşı'yla orduya katılan Uzkınay, 14 Kasım 1914'te Rus işgalinin sembollerinden kabul edilen Yeşilköy'deki Rusların yaptığı abidenin yıkılışını kameraya alması için ordu tarafından görevlendirildi. Uzkınay, 14 Kasım 1914'te, cumartesi günü Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin yıkılışını 150 metrelik filme çekerek, Türk sinemasında ilk kez film çeken kişi oldu. Bu filmle, Türk sinemasının doğum yıl dönümü olarak kutlanmaya başlandı. TÜRK SİNEMASININ İLK KONULU FİLMİNİ TEK BAŞINA TAMAMLADI Dönemin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın emriyle kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi'nde (MOSD) Weinberg'in yardımcılığına atanan Uzkınay, "Anafartalar Muharebesinde İtilaf Ordularının Püskürtülmesi", "Harbiye Nazırının Kıta Teftişi", "Çanakkale Muharebeleri", "Von der Goltz Paşa'nın Cenaze Merasimi" gibi pek çok belge ve haber filmi çekti. Uzkınay, 1916'nın sonlarında Sigmund Weinberg ile uzun metraj bir sinema filmi yönetmeye başladı. "Leblebici Horhor" oyunundan sinemaya aktarılmaya çalışılan aynı isimli yapım, başrol oyuncularından birinin ölmesi nedeniyle yarım kaldı. Benliyan Topluluğu'nun bir başka oyunu "Himmet Ağa'nın İzdivacı"nı kameraya almaya çalışan yönetmen, filmi çektiği dönemde oyuncuların askere çağrılması nedeniyle çekimlere ara verse de savaştan sonra Türk sinemasının ilk konulu filmini tek başına tamamladı. MOSD ve Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin sinema çalışmaları ile araçlarının Malul Gaziler Cemiyeti'ne devredilmesinin ardından Uzkınay, cemiyetin sinema çalışmalarının başına getirildi. Bu dönemde çekilmeye başlayan uzun metrajlı filmlerde görüntü yönetmenliği yapan Uzkınay, işgal yıllarında yapılan protesto gösterilerini kameraya aldı. Malul Gaziler Cemiyeti'nin sinemayla ilgili arşivinin devredildiği Ordu Foto Film Merkezi'nin başına geçen Uzkınay, 1953'e kadar bu kurumda çalıştı. Yönetmen, emekli olduktan 3 yıl sonra, 29 Mart 1956'da İstanbul'un Göztepe semtinde 68 yaşındayken hayata veda etti. Ankara'da bulunan Kara Kuvvetleri Foto Film Merkezi'nin bir stüdyosuna hizmetlerinden dolayı Uzkınay'ın adı verildi. "TÜRK SİNEMA TARİHİNİN MİHENK TAŞLARINDAN BİRİDİR" Sinema yazarı ve araştırmacı Dr. Mustafa Çetin, "Fuat Uzkınay ve İlk Filmimize Dair" başlığıyla kaleme aldığı makalesinde, Uzkınay'ın Türk sineması için önemini şöyle anlattı: "Fuat Uzkınay, her şart altında Türk sinema tarihinin mihenk taşlarından biridir. Sadece ilk Türk filmini çekmiş olması ile değil pek çok konuda öncülüğüyle sinemamızda önemli bir yeri vardır. Uzkınay, ilk Türk yönetmeni olması, Türk sinemasının askeri alandan sivil alana geçişine şahitlik etmesi ve ciddi katkılarda bulunması, okulda ilk film gösterimini gerçekleştirmesi, ilk görüntü yönetmenlerimizden olması, Kurtuluş Savaşı’na dair belgeseller çekmesi, Sirkeci’de, Anadolu yakasında, özellikle Üsküdar’da ilk sinema salonlarını açması ve işletmesi gibi pek çok konuda öncü sıfatı taşımaktadır." GÖREV ALDIĞI BAZI FİLMLER Uzkınay'ın yönetmenliğini üstlendiği filmler arasında, "İzmir Zaferi", "Zafer Yollarında", "Vahidettin'in Biat Merasimi", "Himmet Ağa'nın İzdivacı", "Çanakkale Muharebeleri", "Esir İngiliz Generali" ve "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" bulunuyor. "Bican Efendi'nin Rüyası", "Mürebbiye", "Binnaz" ve "Bican Efendi Mektep Hocası", Uzkınay'ın yapımcılığını yaptığı filmlerin arasında yer alıyor. AA

Fotoğraf sanatçısıCrombie sığırcık kuşlarının gökyüzündeki topluşölenini fotoğrafladı

Fotoğraf sanatçısı Crombie sığırcık kuşlarının gökyüzündeki toplu şölenini fotoğrafladı İrlanda’da fotoğraf sanatçısı James Crombie, 5 günlük çalışmanın ardından sığırcık kuşlarının göç sırasında potansiyel tehlikelerden korunmak için yaptıkları toplu gösteriyi görüntülemeyi başardı. İrlanda’nın Lough Ennell gölü civarında sığırcık kuşlarının gökyüzündeki toplu şöleni fotoğraf sanatçısı James Crombie görüntülendi. Sığırcıkların toplu gösterisinde ortaya dev kuş görseli çıktı. Crombie, bu eşsiz görüntüyü yakalamak için bölgede 5 gün boyunca konakladığını ve yaklaşık 50 kez bölgeyi ziyaret etmesi sonrası oluşan mucizeyi yakalamayı başardığını açıkladı. MIRILDANMA ADI VERİLİYOR Uzmanlar, sığırcık kuşlarının bu kadar yakından uçarak dev bir kütle hale gelip ortaya şekil çıkarmalarının hayret verici olduğunu belirterek bu senkronize hareketi, göç sırasında potansiyel tehlikelerden korunmak için yaptıklarını belirtti. Sürüye hiçbir kuşun liderlik etmediği, her sığırcığın yanındaki kuşa göre kendini ayarlayarak uçtuğu ifade edildi. Sığırcık kuşlarının hem tekil olarak mesafe ayarladığını ve hem de çoğul olarak bir bütün kütle halinde hareket ettiği bu harekete uzmanlar “Mırıldanma” (Murmuration) ismini veriyor.  Kuşların çarpışmalardan nasıl kaçınmayı başardıkları hala biraz gizemini koruyor, ancak bazı bilim insanları, bazı sığırcıkların bir dönüş başlattıklarında kararın, bir dalga gibi ‘mırıldanma’ olarak sürünün geri kalanına yayıldığını öne sürüyor. DHA

İBB'den müzisyenlere destek açıklaması

İBB'den müzisyenlere destek açıklaması İBB Sözcüsü Murat Ongun, sosyal medya hesabı üzerinden, müzisyenlere 2.000 TL destek sağlanacağını duyurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Sözcüsü Murat Ongun, Twitter hesabı üzerinden müzisyenlerle ilgili bir paylaşımda bulundu.İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun müzisyenlere destek verdiği videolu mesajın yer aldığı paylaşımda Ongun, "15 gün sonra İstanbul sokakları sanatla dolacak. İBB, pandemi dolayısıyla ekonomik zorluk yaşayan müzisyenlere 2000 TL destek olacak" ifadelerini kullandı.Ongun'un paylaşımı şu şekilde:15 gün sonra İstanbul sokakları sanatla dolacak. İBB, pandemi dolayısıyla ekonomik zorluk yaşayan müzisyenlere 2000 TL destek olacak. https://t.co/j3L4RbvRI1pic.twitter.com/gVadCtTfL2— Murat Ongun (@Mrt_Ongun) March 28, 2021 cumhuriyet.com.tr




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter