News - Haberler
YARIN, günlerden Cumhuriyet Kitap!
Türkçe Haberler En Son Başlıklar YARIN, günlerden Cumhuriyet Kitap! Cumhuriyet Kitap Dergi’nin YARIN yayınlanacak 1615’inci sayısının kapağında; yapıtlarında kadın varoluşu üzerine yoğunlaşan Fransız yazar Annie Ernaux, Seneler (Can Yayınları) isimli kitabıyla yer alıyor. Çiçek Doğu’nun yazısı... Yeni inceleme ve söyleşilerden oluşan dolu bir içerikle daha okurlarla buluşacak Kitap Dergi, 1615’inci sayısıyla YARIN, gazeteniz Cumhuriyet’le birlikte... /Archive/2021/1/27/000613464-1615-kapak-ic.jpg- YARIN yayınlanacak 1615’inci sayımızın kapağında; yapıtlarında kadın varoluşu üzerine yoğunlaşan Fransız yazar Annie Ernaux, Seneler (Can Yayınları) isimli kitabıyla yer alıyor.Ernaux’nun 1966 yazında Annecy’de genç bir edebiyat öğretmeniyken aklına düşen ve kırk sene boyunca zihin dünyasını meşgul eden “düş”; “bir kadın varoluşu” üzerine yazmaktır. 2008’de Gallimard tarafından Les Années (Seneler) başlığıyla somutlaşan bu düş Ernaux’nun yazınsal aidiyetlerini de simgeler.Yazar, “bütün görüntüler yok olup gidecek” diyerek başladığı Seneler’de, kendi kişisel tarihini günlük, not defteri, film, video, resim ve fotoğraf gibi malzemeler üzerinden, 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa toplumsal ve siyasal tarihiyle harmanlayarak anlatıyor.Kitapta bu malzemelere ilişkin görsellere yer vermeyen Ernaux, yapıtın kurgusuyla anlatının temel meselesini bütünleştiriyor. Çiçek Doğu’nun yazısı...- Üçüncü sayfamızda; Sanem Işıl Aytuğ’un, Arthur Rimbaud’nun Kahinin Mektupları’nı incelediği ‘Gaipten Gelen Şiirler’ başlıklı yazısı yer alıyor.- Taner Timur; toplumbilimci Artun Ünsal’ın tarih boyunca yemek, siyaset ve simgeselliği ortaya koyduğu kapsamlı incelemesi İktidarların Sofrası’nı mercek altına alıyor.-Çankaya Belediyesi, Cumhuriyet Kitapları Projesi kapsamında yayımladığı kitapların, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 101. yılı anısına eklenen yeni kertesi, Dr. Koray Özalp’in yayıma hazırladığı Atatürk’ün Ankara’sı (1919-1938) da sayfalarımızda.- Gamze Akdemir; Refet Özkan ile öğretmen olmayı, devrimci mücadelenin dinamiklerini ortaya koyan iki Gönen Köy Enstitülünün, Refet Özkan ve Fakir Baykurt’un yoldaşlığını ortaya koyduğu Fakir - Refet Kitabı’nı konuşuyor.- Gül Atmaca; Ahmet Kardam’ın Karadeniz Katliamı’na bugüne kadar pek açılmamış bir pencereden baktığı ve Türk solunun en önemli figürlerinden Mustafa Suphi’nin Bolşevik Partisi ile ilişkisi, Doğu sorunu ve ulusların kaderini tayin hakkı konularında ezber bozan satırlara yer verdiği Mustafa Suphi, Karanlıktan Aydınlığa kitabını değerlendiriyor.- Semih Çalı; şair Metin Fındıkçı ile yaşadıklarına, zamana ve bu dünyadan çekip giden güzel insanlara ilişkin kaleme aldığı metinlerden oluşan kitabı Karşılaşmalar’ı konuşuyor.- Fatma Aktaş; Nermin Yıldırım’ın yalın bir sorunun, Ev neresi? sorusunun yanıtını aradığı yeni romanı Ev’i inceliyor.S. Ceyda Demircioğlu; Başak Baysallı ile adım adım çözülen bir sırrın, unutuşun ve hatırlayışın öykülerinden oluşan Fresko Apartmanı’nı konuşuyor.- İlayda Kaya; Kutlu Özdemir’in dijital demokrasiye geçerken, siyasette ve sosyal kültürde yaşanan değişimlere dikkat çektiği Değişen Dünyada Seçmen ve Siyaset kitabını konuşuyor.- Y. Bekir Yurdakul; Altay Öktem’in her geçen gün daha çok hapsolduğumuz “yeni” yaşama anlayışımıza derin bir eleştiri getirdiği üçlemesi Sihriâlem Geçitleri’ni merceğe alıyor.- Z. Doğan Koreli; Nazlı Akçura’nın çocukluklarında kaybolmuş insanların yaşamlarını, çoğunlukla can acıtıcı öykülerinden oluşan Kesi Yeri’ni inceliyor.- Uğur Kaya; Aykut Karlı’nın hüzün, neşe, heyecan ve sorgulamaların yalın bir dilde iç içe geçtiği Misafir Öyküler’i tanıtıyor.- Vitrindekiler, okuma rehberinize katkı sunmayı sürdürüyor.- Mustafa Başaran’ın hazırladığı Bulmaca köşemizde de düşün trafiği sürüyor.Kitap Dergi, YARIN gazeteniz Cumhuriyet’le birlikte...Unutmayın, her gün Cumhuriyet, her perşembe Cumhuriyet Kitap okunur!İyi okumalar... Cumhuriyet Kitap EkiSpinoza!
Spinoza! “Spinoza pek çok açıdan zamanının çok ilerisindeydi, ama sadece bu da değil: Bizim zamanımızın da ilerisindedir. Spinoza ‘mucizesi’ derken kastettiğim budur.” Frederic Lenoir... Yirmi üç yaşındayken sapkınlık suçlamasıyla Yahudi cemaatinden atılan Baruch Spinoza, yaşamını felsefeye vakfetmeye karar verir. Amacı “üstün ve daimi bir sevincin hazzını kendisine sonsuza dek verecek” gerçek iyiyi bulmaktır. Hayatının kalan yirmi yılında devrimci bir yapıt inşa edecek, filolojinin, sosyolojinin ve etolojinin yanı sıra derinlik psikolojisinin de fikir babalarından biri olmayı başaracaktır. Ama hepsinden önemlisi, arzuyu ve hazzı merkeze alan, Tanrı, ahlak ve mutluluk tasavvurumuzu sarsacak bir felsefenin mucidi olacaktır. /Archive/2021/1/26/234327218-ic1.jpg“Spinoza pek çok açıdan zamanının çok ilerisindeydi, ama sadece bu da değil: Bizim zamanımızın da ilerisindedir. Spinoza ‘mucizesi’ derken kastettiğim budur.”Frederic LenoirBaruch Spinoza, 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilen Spinoza'nın En büyük eseri Ethica adlı kitaptır. Spinoza'nın felsefi çalışmalarının anlaşılmak ve değerlendirilmek bakımından özel zorlukları olduğu bilinen bir gerçektir. Peki, Spinoza kimdir?Baruch Spinoza, 24 Kasım 1632 tarihinde Amsterdam’da dünyaya geldi. Ailesi Yahudi'ydi ve Portekiz'den engizisyonun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes'a sonra da Amsterdam'a gelmişlerdi. Bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda'da yaşadı.Spinoza'nın babası ticaretin yanı sıra sosyal alanda da gelişme kaydetmiş ve Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi okulunun müdürü olmuştu. Ailesi Spinoza'nın haham olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu nedenle erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme olanağı bulmuştur./Archive/2021/1/26/235009991-ic2.jpgBenedictus de Spinoza veya Bento d'Espiñoza olarak da bilinmektedir. René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve doğru anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. Bunlarla birlikte Spinoza'nın tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilebilir. En büyük eseri Ethica adlı kitaptır.Spinoza'nın laik ve sorgulayıcı düşünceyle güçlü bağlantısının başlangıcında eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel'in (Amsterdam Yeshiva'sına 1638'de atandı) etkisi olduğu söylenebilir.1650'de Franciscus van den Enden'ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, gök bilimi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başladı. 1651'de Spinoza'nın Descartes'ın eserlerini okumaya başladığı tahmin ediliyor. 1652'de babasının tüm karşı çıkışına karşın Spinoza mercek yontma işine başlar. 1653'te Jan de Witt Hollanda bölgesi konsey yönetimine atanır./Archive/2021/1/26/235021147-ic3.jpg1655'te Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla (materyalistlik ve Tevrat'ı küçük görmek ile) suçlanır. Bu sorgulamada Tanrı'nın bir bedene sahip olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır. Bu yıl içinde Spinoza Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate (Korte verhandeling van God, de mensch en des zelfs welstand, Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme) adlı çalışmasını da bitirir. Bu kitap çok güçlü olmamakla birlikte Spinoza'nın felsefesini tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir.1656'da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog'u tarafından, her ikisi de Dekartçılığın bir formuna dayanan, "Tanrı'nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve Tevrat'ın Tanrı'nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu" iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur. Kovulmasının ardından adını Benedictus’a (ilk adı olan Baruch'un Latince karşılığı) çevirdi.1660'ta Amsterdam Sinagog'u yerel yetkililere Spinoza için "her türlü din ve ahlak için bir tehdit" diyerek şikayette bulunur. 1661'de Spinoza Amsterdam'ı terk eder, yakınlardaki Rijnsburg'a yerleşir, Etika'sını yazmaya başlar ve yaşamının sonuna kadar mektuplaşacağı Henry Oldenburg ile tanışır. 1662'de Tractatus de intellectus emendatione adlı eserini bitirdiği tahmin edilmektedir.1663'te Lahey yakınlarındaki Voorburg'a ressam Daniel Tydemann ile birlikte yerleşir. 1664 yılında Lahey'de Descartes Felsefesi'nin İlkeleri adlı kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde Metafizik Düşünceler adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664'ten Haziran 1665'e kadar amatör bir Kalvinist tanrıbilimci olan ve Spinoza'ya şeytan konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665'in son aylarında Oldenburg'a, 1670'te basılacak olan yeni kitabı Tanrıbilimsel-Politik İnceleme'ye çalışmaya başladığını yazar.Bazı arkadaşlıkları (Jan de Witt gibi) nedeniyle politik kamplaşmalarda taraf olmak durumunda kalmış, yazdığı ve adsız olarak yayınladığı Tanrıbilimsel-Politik İncelemeler kitabı bu kamplaşmalar dolayısıyla tepkiyle karşılanmıştır. Spinoza bu kitabından sonra yazmamaya karar verir. /Archive/2021/1/26/235050490-kapakic6.jpg1670'te Tanrıbilimsel-Politik İncelemeler Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist) tarafından "Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem'de uydurulmuş ve Sayın Jan de Witt'in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır" ifadesiyle eleştirildi. Spinoza Lahey'de Stille Veerkade'de yaşamaya başlar.1671'de Leibniz ona Notita opticae promoteae isimli eserini oda Leibniz'e Tanrıbilimsel-Politik İncelemeler eserini yollar. 1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü bu önerinin "din adamlarını rahatsız etmeme koşulu" vardır.Etika'adlı eserini 1675'te tamamlar. Bu eser belirli bir çevrede dolaşır, tartışılıp değerlendirilir, ancak Spinoza yaşadığı sırada izin vermediğinden basılmaz.Ölümünden bir yıl önce 1676'da Leibniz ile görüşür. Aynı yıl Lahey Sinodu Tanrıbilimsel-Politik İncelemeler in yazarı hakkında takip kararı alır.21 Şubat 1677'de ölen Spinoza'nın eserleri, Amsterdam'da, arkadaşları tarafından Opera Posthuma (Ethica, Tractatus politicus, Tractatus de intellectus emendatione, Epistolae, Compendium Grammatices Linguae Hebrae) adıyla yayınlanır. 1678'de Spinoza'nın eserleri Felemenkçe (kendi dilinde) yayınlanır.Spinoza Mucizesi / Frederic Lenoir / Çev.: Aslı Sümer / Türkiye İş Bankası Kültür Yay. / 160 s. Cumhuriyet Kitap EkiHüzünlübir nesir!
Hüzünlü bir nesir! Christian Jungersen, Kayboluyorsun’da ana kişilerden birinin bir beyin tümörü nedeniyle geçirdiği temel kişilik değişimini merkeze alıyor. Çağdaş Danimarka'nın günlük hayatına felsefi düzlemde açılımlar getiriyor. Ruh, sorumluluk ve özgür iradeye vurkaç yaparken, nevroloji bilimine emsal bir vakayı kurguluyor. Alıştığınız hayatın bittiği, aklın alabora olduğu yerden yazılı Kayboluyorsun. Oradan başlayan “yeni insanın ve yeni hayatın” öyküsü. Hüzünlü, zihne tırnak geçiren bir nesir. /Archive/2021/1/26/235358440-ic1.jpgKAYBOLUYORSUN...Danimarkalı yazar Christian Jungersen, ilk romanı Undergrowth (1999) yayımlanana kadar geçinmek için bir televizyon kanalında senaryo danışmanlığı, telif yazarlığı, danışma memurluğu, Copenhagen Community College'da sinema öğretmenliği gibi yarı zamanlı işlerde çalışmış bir adamdı. İletişim ve sosyoloji alanında yüksek lisans yapmıştı. Hiçbiri sahneye konulamamış altı senaryosu vardı.Hayatını boğucu ve tekdüze olarak niteliyordu. Ta ki 1999'a kadar. Jungersen, okurları geçmişi sorgulayan hasta, yaşlı bir adamın sırlı evreniyle buluşturan ve beklenmedik olaylarla şaşırtan romanı Undergrowth'u ancak o yılın sonunda piyasaya çıkarabilir çünkü.Marcel Proust'un “Kayıp Zamanın İzinde”den esinlendiği Undergrowth kısa sürede çok okunanlar listesine girer. Bu ilk romanın başarısı Jungersen'e ödüller ve tanınırlık sağlamanın yanı sıra Danish Arts Foundation'dan (Danimarka Sanat Vakfı) üç yıllık bir yazarlık bursu da getirir.Burs, tüm enerjisini dört yıl boyunca ikinci romanı, ülkemizde İstisna adıyla yayımlanan The Exception'a (2004) verebilmesini sağlar. Yirmi ülkede yayımlanan roman, Danimarka, İngiltere, Fransa ve İsviçre'nin önemli edebiyat ödüllerine değer görülür./Archive/2021/1/26/235415221-ic2-.jpgÖZGÜR İRADE VE NEVROLOJİ!Yazar, İstisna'da, Danimarka Soykırım Danışma Merkezi adlı küçük bir kurgusal örgüte odaklanır. Romanı yazarken gerçek bir kuruluş olan Danish Centre for Holocaust and Genocide Studies'de geniş araştırmalar yapar, soykırım suçu işlemiş kişilerin psikolojisi üzerine yoğunlaşır.Bu dönemde ayrıca International Association of Genocide Scholar'ın üyesi olan Jungersen, pek çok soykırım konferansına da katılır.Yazarın bu yazıya konu ettiğim üçüncü romanı “Kayboluyorsun”u da ilk iki yapıtının gördüğü ilgiden payını almış bir roman.Jungersen bu romanında ana kişilerden birinin bir beyin tümörü nedeniyle geçirdiği temel kişilik değişimini alıyor merkeze. Çağdaş Danimarka'nın günlük hayatına felsefik düzlemde açılımlar getiriyor. Ruh, sorumluluk ve özgür irade boyutlarına vurkaç yaparken, nevroloji bilimine emsal bir vakayı kurguluyor.Jungersen, romanın yıllara varan araştırmaları sırasında nöroloji dünyasına hızlı bir giriş yapmış. Hasta ve hasta yakınlarının yanı sıra uzman nörolog, psikiyatrist ve psikologlarla görüşmüş. Yazdıklarında gerçeklikten uzaklaşmamak, roman kişilerinin yaşadıklarını içerden anlamak adına yazdığı süre zarfında çevresini neredeyse sadece onlardan oluşturmuş.Romanında halının ayağınızın altından hızla çekilebileceğine ve dünyanızın her an allak bullak olabileceğine ilişkin bir görü yaratmayı hedefliyor yazar. Bunu, okura olayların ne kadar gerçek olduğunu duyumsatmak adına anlatısal bir teknik olarak da benimsiyor.Dolayısıyla bildiğiniz, alıştığınız hayatın bittiği, ezberin alabora olduğu yerden yazılı Kayboluyorsun. Oradan başlayan “yeni insanın ve yeni hayatın” öyküsü. Hüzünlü, zihne tırnak geçiren bir nesir.Kayboluyorsun, eşi Frederick'in agresiflik, unutkanlık yaratan, konuşma hakimiyeti üzerinde olumsuz etkilerde bulunan beyin tömürü nedeniyle uğradığı radikal kişilik değişimini deneyimleyen Mia'nın gözünden aktarılıyor.Hastalık çiftin hayatını olumsuz yönde değiştirir. Ama yaşanılan zorluklar bununla sınırlı kalmaz. Zira Frederik'in müdürlüğünü yaptığı Danimarka'daki prestijli okullardan Saxtorph'un hatırı sayılır miktarda parasını zimmetine geçirdiği ortaya çıkar. Son zamanlarda davranışlarında bir tuhaflık sezseler de o ana dek kimse bunu tümöre bağlamamıştır./Archive/2021/1/26/235448549-ic4.jpgTÜMÖR VE SUÇUN SINIRLARI!Yaptığı araştırmalarda edindiği bilgiler Mia'yı eşine karşı nasıl bir yaklaşım geliştireceği konusunda derinden etkiler. Kocasının hastalığıyla başa çıkmaya çalışırken avukat Bernard'la tanışır. Okul tarafından açılan davada kocasını savunmasını istediği Bernard hem bir avukat hem de cinsel bir partner olarak hayatına girer. Aşkı ile hastalık arasında hem kalır hem nefes alır.Okulun mahkemeye verdiği Frederik'in savunması üzerinde çalışırken sorularla boğuşur: Eşini bu suça iten tümörün kişilik üzerindeki kötücül, agresif etkileri olabilir mi? Belki de onu suç işlemenin sınırlarına taşıyan hastalığıydı. Tıbbi durumu eşini temize çıkarmasa da göz önünde bulundurulmalı mı?Beyin alanındaki tıbbi gelişmeleri titizlikle inceleyen Jungersen, Frederik'in deneyimleri aracılığıyla hastalığın sebep olabileceği kimi davranış kalıplarını kurguluyor bu noktada: Hastanın farkında olmadan sergilediği ve aile yaşamını giderek tehdit eder hale dönüşen çocuksu davranışlar, sorumsuzluk, kaygısızlık, duygusal gaddarlık, dilin kemiğinin yittiği cinsel bir açıksözlülük gibi.../Archive/2021/1/26/235530830-ic6-.jpgHastalığı kimseyi ahlaki sorumluluklarından kurtaran bir mazeret olarak işlemiyor yazar. Zarif bir nesir çerçevesinde kamufle olmakla birlikte katı olduğu bile söylenebilir. Akıl ve ruhun sınırlarında gezinen bir çizgide yazıyor. Okurken insan doğası ve yaşam hakkında pek çok soruyla karşılaşıyorsunuz. İkilemlerle donatılı bir yapıt Kayboluyorsun. Tuttuğunuz taraf, empati kurduğunuz kişi sürekli değişiyor.Romanda anne, baba, çocuk, arkadaş, meslektaş ve toplum açıları, tepkileri, algıları bir potada. Zira tümörün etkilerine bağlı olarak kişiliği radikal düzeyde değişen, öfkeli, kontrolsüz, yıkıcı bir insan haline dönüşen Frederik'in bu durumundan çevresindeki herkes payını alıyor.Romanda sadece Frederik ya da Mia'ya değil, çevresindekilerin değişimine de ayniyle odaklanıyoruz. Çevresindekiler Frederik'in değişen kimliğini kıyasıya sorguluyor. Kimi bunu hastalığa bağlıyor kimi bağlamıyor. Kimi daha çok üzgün kimi ise kızgın.Jurgensen yapıtında en içteki ‘ben’e bakıyor. Onunla kavga ediyor, anlamaya çalışıyor, yüzleşiyor. Ahlak, sorumluluk ve kişilik üçgeninde de hayati sorular yöneltiyor:“Bir ruhumuz var mı yoksa kişiliğimiz sadece birtakım yamalı sinirlerden mürekkep bir oluşum mu? Ruh biyolojinin kuklası mı? Hareketlerimizi özgür irademizle kendimiz mi belirliyoruz yoksa her şey biyolojik olarak baştan belirlenmiş mi? Her şey kimya ise ruh ne ola ki?”…BİYOLOJİ VE RUH ARASINDA ÇETİN BİR DİLEMMABu eşikte romanın dokusunu biyolojik bir gerçekle ruh arasındaki dilemma belirliyor. Hastalığın tüm etkilerini birer birer yapıtına döşeyen Jungersen, inkâr, isyan, sınırlı da olsa kabullenme aşamalarını edebiyatın dalga boyunda çözümlemeye çalışıyor.Ölmeden tutulan yas gibi bir duyguya değiyor hastanın yakınları sıklıkla. Ömürleri boyunca tanıdıkları kişinin artık bambaşka biri olduğunu görüyor ve kabul etmeye çalışıyorlar. Pek çoğunun bunu başardığı söylenemez. Ayrıca alışılmıyor da.Jungersen, romanı bir hastalık güncesi olarak değil, hüzünlü ve güçlü bir romans olarak yazmayı zorluyorsa da bilim, bileştiği edebiyattan çok yerde alıp götürüyor. Yazar da bunun farkında, ani manevralarla toparlamaya “çalışıyor” metnini.Okuma boyu gri bir yolda yürüyorsunuz. Bilinmezlik ve çoğu zaman umutsuzlukla kuşatılı bir yol bu. Christian Jungersen de belli ki bunu seviyor ve hedefliyor. Dediği gibi, onun için önelli olan “şaşırtıcı bir sis dalgasının ortasında dünyaya yeni bir açıdan bakmaya çalışmak”.Kayboluyorsun / Christian Jungersen / Çeviren: Nur Beler / 416 s. Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiShaun Tan'dan 'Şakıyan Kemikler'
Shaun Tan'dan 'Şakıyan Kemikler' Şakıyan Kemikler; bir masal kitabı değil, resimli kitap hiç değil, katalog desek o da değil, melez türde disiplinler ve sanatlar arası mini ansiklopediyle karşı karşıyayız. Heykellerle yeniden gösterilen masallarla. Borges’in, gauchoları dönüşüme uğratması gibi, Shaun Tan da vaktiyle Grimm kardeşlerin yaptığını yaparak Germen masallarını dönüştürüyor. /Archive/2021/1/26/235839249-ic1.jpgBİR TUTAM GRIMM KARDEŞLER, BİR TUTAM SHAUN TANMelez bir kitaba giriyorum. Sanatlar arası köprülerden geçiyorum. Bir kanonu selamlarken, çağın büyük bir sanatçısının gölgesi düşüyor üzerime. Neden, nasıl bahsedeceğim, yazının zeminini ne ile oluşturacağım bocalıyorum. Masallardan mı, Grimm Kardeşlerden mi, Alman birliğini kurma hayalinden mi, zamansız anlatılardan mı, eskimeyen sözden mi, tarihin en talihsiz özdeyişi olan “söz uçar yazı kalır”dan mı, yoksa hepsinden bir tutam içeren minyatür heykellerden mi?On dokuzuncu yüzyıl da tıpkı diğer eşikler gibi anlamı ters yüz edilen, elbisesi çoğunlukla masa başında dikilen zaman kesitlerinden. Bilim yükseliyor, ulus devlet yükseliyor, tanrı sendeliyor, koca karı ilaçlarıyla birlikte koca karı anlatıları da çaptan düşüyor. Endüstri aleviyle aydınlanan kıtada loş kuytular azalıyor, gizem emekli oluyor ve dünyanın büyüsü bozuluyor. Avrupa’nın değirmenlerine su ta ötelerden ilkel dünyanın barbarlarından taşınıp getiriliyor. Vitrin güzel, keyfimiz gıcır eski dünyanın, efsunların köküne kibrit suyu!DİLBİLİM KOVANINDA VIZIR VIZIR!Grimm kardeşler dilbilim kovanında vızır vızır çalışırken, sözün gücünü fark edip halk masallarını, üfürükçü dünyanın formüllerini derlemeye başlıyorlar. Seri başarısızlıklarından büyük bir fenomen yeşertiyorlar. Devasa bir Alman dili sözlüğü ve onun yorumu sadedinde iki yüzü aşkın masal. Sonucuna etki edemedikleri kültür deneyi büyük bir çığa dönüşüp çığır açıyor. Andersen ile birlikte kutsal ve mitolojik anlatıları tahtından indiriyorlar. Dil bakiyesini koruyor geliştiriyorlar.Masal uzun mu uzun, kâh acıklı kâh dokunaklı. Masal öyle bir yaygınlık kazanıyor ki, ikinci paylaşım savaşı sonrasında hemen herkes Almanlara sırtını dönmüşken onlar Grimm masallarının çevrildiği yüz altmışı aşkın dille kültürel iktidarlarını ve saygınlıklarını korumayı başarıyorlar. Çocuk dünyasının kaldıracı oluyor bu masallar, eğitimin temel malzemesi olarak kabul görüyor Bruno Bettelheim’ın çalışmalarının da etkisiyle./Archive/2021/1/26/235924155-ic2.jpgYETERİNCE KORKUNÇ AMA ÜMİTVAR!Kişisel yolculuğum beni Shaun Tan’a sürüklediğinde oradan masala sürgün vereceğini düşünmemiştim. Rüyalar ülkesiyle günümüz gerçekliğini harmanlayan, karamsarlığa son dakika golü atmayı seven çizimleri ve öyküleriyle, sınırları iyiden iyiye aşmış yetkin bir sanatçı portresi sunuyordu.Bıktıracak derecede aydınlık değil, kahredecek kadar kara da... Göç ve taşra kol kola giriyor, umut ışığı kızıl ağaç son anda imdada yetişiyordu. Biraz da Grimm masallarındaki gibi. Yeterince korkunç, yeterince karanlık ama bir yandan ümitvar ve neşeli de. Kemikler böylece şakımaya, taşralı Shaun Tan, selefi taşralı akademik masalcılarla, anlatı koleksiyonerleri Jacob ve Wilhelm ile çalıp söylemeye başlıyor.Bir masal kitabı değil, resimli kitap hiç değil, katalog desek o da değil, melez türde disiplinler ve sanatlar arası mini ansiklopediyle karşı karşıyayız. Heykellerle yeniden gösterilen masallarla. Anlatılması, yazılıp okunması sonrasında görsel çağın gereğine uygun olarak göze giren masallar.Minyatür heykeller gözle olduğu kadar ellerle de görülebilir. Köşeleri yuvarlaklaştırılan masalları formun içinde yekpare yeniden üretmek masalın önünü ardını, anlatının birçok katmanını bilmekle olanaklı. Shaun Tan ise masalları ilkin gördüğünü söylemekten sakınmıyor. Üstelik Disney dünyasından süzülen yoz halleriyle!ARKEOLOJİK KİMLİKLİ MİNYATÜR HEYKELLERZamanı çalımlama hamlesi bundan sonra devreye giriyor. Gene Shaun Tan’ın öz sözcükleriyle “arkeolojik bir kimlik” katmaya çalışıyor minyatür heykellerine. Tarih öncesinden kopup gelen masallar Grimmler, Andersenler, Boratavlar ile yazıyla buluşup durağanlaşırken Tan, gördüğü masalları, yazı öncesi buluntu dünyasına gönderip yeniden anlamlandırıyor. Özellikle demir ve bronzun metalik aşınma efektiyle bu espriyi kazıyor, kili de aynı dilde konuşturmayı görüntü dünyasıyla arkeolojik buluntuları birleştirmeyi başarıyor./Archive/2021/1/27/000014842-ic3.jpgULUS DEVLET KANONU MASALLARBir ulus devlet kanonu olarak yola çıkan masalların, iki yüzyıl sonra neye dönüştüğünü görmek içimi gıcıklıyor. Dünyalı Shaun Tan; Azteklerin, Mayaların, Eskimoların ve bilmem ne kadar Amerikan yerlisinin sanat eserlerini, taş oymalarını, rengarenk desenlerini gözlemlediği gezisinden demledikleriyle yoğuruyor heykelleri. Ortak bilinçaltımız kilde dile geliyor. Saçmalıkla mantık, ışıkla karanlık masalsı heykelcikleri mühürlüyor.Taştan ve kilden fosilleşmiş anlatılar, giriş yazısını kaleme alan Jack Zipes’a göre yabancılaştırma etkisiyle çıkıyor karşımıza. Kahramana hiç de benzemeyen ve satranç tahtasındaki çarpık dizilişleriyle umut vadetmeyen altı kafadar sıradanlıkları içinde tuhaf şeyler söylüyor bize. Masallar onlarla hareket kazanıyor.Borges’in, gauchoları dönüşüme uğratması gibi, Shaun Tan da vaktiyle Grimm kardeşlerin yaptığını yaparak Germen masallarını dönüştürüyor. Gördüğünü, okuduğunu, duyduğunu elleriyle, aklıyla ve aklının da ötesindeki sezgileriyle yoğuruyor. Kâh Rapunzel’i yalnızlık kulesinin ta kendisi kılıyor kâh parmak çocuğu küçüklüğüyle ters orantılı kıymetini ışıltıyla yansıtıyor, ne kadim formu ıskalıyor ne de yeni anlatım olanaklarına dudak büküyor. Kendisinden önceki çizerlere, karikatüristlere, gravürcülere, çizgi filmcilere el sallayıp masalı bir de kendisi anlatıyor.Şakıyan Kemikler / Shaun Tan / Çeviren: Emili İlemre / Desen Yayınları / 192 s. Adnan SaraçoğluDönüşen doğa, dönüşen yaşam
Dönüşen doğa, dönüşen yaşam Ayşe Pınar Köprücü’nün yazdığı, Pelin Turgut’un çizimleriyle görsel bir şölen yarattığı, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘Bir Sonbahar Öyküsü; büyüme korkusunu şefkatle ele alırken her yaştan okura yaşama sevinci ve cesaret aşılayan şiirsel bir hikâye. Kahramanı da sonbaharın gelişiyle sararmaya başlamış, yuvası bildiği ağacında bir başına kalmış, kendini dönüşüme ve yeniliğe bırakamayan belki de her gün karşılaştığımız bir yaprak. /Archive/2021/1/27/000204513-ic1.jpg“Atlayamıyordu.” Vakti gelmesine rağmen, dalından bir türlü atlayamıyordu yaprak. Artık “evinde” işlevini yitirdiğini bilmesine ve yeni yollara, başlangıçlara bakması gerektiğini bilmesine rağmen, yine de kendini rüzgâra bırakamayan yaprak. Yaşam böyle bir şey değil mi zaten? Hele ki global olarak, güç bela içinden geçmeye çalıştığımız pandemi sürecinde… İnsan her şeyi kontrol edebileceğini zannederken; aslında akışa kapılması gerektiği halde nasıl da kendini bırakamıyor ve hâlâ kontrol etme çabasıyla tüm gücünü harcıyor…Böyle sıkışık zamanlarda, bunları fark edebilmek için uzman olmanıza gerek yok. Etrafı gözlemleyebilmek çoğu zaman yeterli oluyor aslında. Neyse ki, yine de bir “fark edebilme alanı” açan unsurlar da söz konusu ve kanımca bu unsurların büyük çoğunluğunun çocuk kitapları olması da tesadüf değil.SONBAHAR’DAN ÇOK DAHA FAZLASIİletişim Yayınları’ndan çıkan Bir Sonbahar Öyküsü isimli çocuk kitabı, belki de çoğumuzun içinde bulunduğu, evi bildiği yerden; vakti geldiği için gitmesi gereken yere yumuşakça varmasını sağlayacak. Ayşe Pınar Köprücü’nün yazdığı, Pelin Turgut’un çizimleriyle görsel bir şölen yarattığı kitap; ilk bakışta bir mevsim geçişi gibi, tatlı bir sonbahar hikâyesi gibi görünüyor. Aslında bundan çok daha fazlası…Kitabın, doğanın renklerine eşlik eden, gerçekten büyük ve öykünün bütünlüğüne de katkı sağlayan çizimleri kitabın duygusunun okura geçmesine de bu anlamda ayrıca katkıda bulunuyor.Kitabın kahramanı, sonbaharın gelişiyle sararmaya başlamış, yuvası bildiği ağacında bir başına kalmış, kendini zamanı gelen dönüşüme ve yeniliğe bırakamayan ve bırakmak istemeyen, belki de her gün karşılaştığımız bir yaprak./Archive/2021/1/27/000246700-ic2.jpgDÖNGÜYE DİRENEN BİR YAPRAK!Sonbaharın renk şöleni içinde, en başta renginin dönüşümüyle aslında uyum sürecini, kendiliğinden, doğası gereği başlatmış ama yine de korkusundan, fark ettiği bu dönüşümü bir türlü kabul edemeyen ve buna direnen bir yaprak. Aslında döngüyü biliyor: Yaşam-ölüm-yaşam. Zamanı gelmiş olmasına karşın yapamadığı için de oldukça hayıflanıyor. Kendine, yapması gereken şey için bir neden arıyor.Yaprağın, ağaçtaki tüm arkadaşları ile iyi ve kötü günleri olmuş. Bazı yaprak arkadaşları başka sebeplerden ağaçlarını terk etmek zorunda kalsalar da; şimdi kendisini gösteren bu yenilik hali hepsinin başına geliyormuş. Hiçbirini diğerinden ayırmadan, tek tek ve sırayla… Hatta kendinden önce düşen tüm arkadaşları, ona destek olmaya ve yardım etmeye söz vermişler.Yapabileceğinden emin olması için arkadaşlarını inandırmaya çalışmışlar, ona ineceği yerde yumuşak bir zemin bile hazırlamışlar. Yine de atlamak öyle kolay mı? Değil tabii… Çünkü o hep temkinli olmuş. Güçlü rüzgârlarda dalına sımsıkı tutunmuş, ufacık bir titreme yetmiş de artmış ona. O kadar gözü pek ve korkusuz olamamış belki de hiç.Şimdi de etrafındaki herkes, ona ne yapması gerektiğini söylese de, yardımcı olsa da yapamıyormuş bir türlü. Ta ki bir yerden beklemediği bir neden gelip, içinde sonsuz bir merak duygusu uyandırana dek. Yeni ve farklı olana ilişkin bir merak…/Archive/2021/1/27/000328340-kapak.jpgBÜYÜME, ÖĞRENME, ANIMSAMABir Sonbahar Öyküsü, tam da yukarıda bahsettiğim gibi, bir çocuk kitabından çok daha fazlası… Aslında bir büyüme, farklılaşma, yeniden öğrenme ve belki de unuttuklarını yeniden anımsama öyküsü. Yaşam tam da buna işaret etmez mi zaten?İnsan yaşamının en zor olduğu zamanlar, aslında ne kadar yıkıcı görünse de, bir yandan da büyümeye ve belki de olduğumuz yerden farklı bir noktadan yaşama bakmaya ve görülemeyen ne çok şey olduğunu göstermeye çalışır.Her ne kadar, değişim ve dönüşüm doğa için bizim deneyimlediğimizden daha kolay gerçekleşiyor gibi görünse de; her dönüşümün bedeli de beraberinde mutlaka gelir. Kahramanımız yaprak için de bu dönüşüm evi bildiği ağacından ayrılmak zorunda kalmak, bu dönüşümün en büyük bedeli belki de…Ayşe Pınar Köprücü, doğa üzerinden çok sıcak bir değişim ve dönüşüm öyküsü yaratmış. Yarattığı öyküyü çocuklara en somut şekilde anlatabilecek aracı, doğayı seçerek kurgulamış. Doğadaki dönüşümle yaşamın dönüşümü neredeyse paralel, sadece görmeyi ve bakmayı bilmek gerekiyor belki de.Yetişkinler için de bu kadar “basit” aslında ama yetişkinlerin, o meşhur ve bitmek bilmeyen, sonsuz “yetişkin” gibi davranma görevi ve ihtiyacından ve çocuk kalmayı bir an önce terk ederek, çocukluğun içinde kalmayı beceremediklerinden; aslında özünde varoluşsal bir nitelik barındıran anlatımı, bir çocuk öyküsü olarak paylaşmak ve okurlara sunmak son derece etkili bir yol gibi görünüyor. Çünkü tüm bunları bir yetişkin hikâyesi olarak anlatmak, kanımca bu kadar etkili olamazdı.Tam da bu sıkıcı yetişkin hâl ve tavırlar yerine, çocuklar gibi hislerinin, değişimlerin, dönüşümlerin, büyümelerin, doğanın ve çevrenin farkında olabilsinler diye… Püren Mutlutürk MeralBilim insanları'çoközel' bir yıldız sistemi keşfetti
Bilim insanları 'çok özel' bir yıldız sistemi keşfetti Gökbilimciler garip bir ritme tutulmuş, 6 gezegenden oluşan "çok özel" bir yıldız sistemi buldu. Söz konusu gezegenler yıldızlarının etrafında rezonans içinde hareket ediyor, yani yörüngelerinde dönerken ritmik bir dansa hapsolmuş durumda.Independent Türkçe'nin aktardığına göre, araştırmacılar son derece sıra dışı bir gezegen sistemini gözlemlemenin yanı sıra yaklaşık 200 ışık yılı uzaklıkta, TOI-178 diye bilinen bir yıldızın etrafında hareket eden gezegenlerin, Güneş Sistemimizdekiler de dahil olmak üzere gezegenlerin nasıl doğup geliştiğine ışık tutabileceğini umuyor.Bilim insanları yıldızın etrafında hareket eden gezegenlerin sıra dışı ritmik düzeninin aksine, gezegenlerin kendilerinden beklenen düzenin çok dışında kaldığını söyledi.Çalışmaya dahil olan, İsviçre'deki Cenevre Üniversitesi'nden Nathan Hara, "Görünüşe göre, Neptün'ün yarı yoğunluğuna sahip epey yumuşak bir gezegenin hemen yanında Dünya kadar yoğun bir gezegen var, onu da Neptün yoğunluğuna sahip bir gezegen izliyor" dedi.Araştırmacılar bulguları açıkladıkları ve Astronomy and Astrophysics dergisinde yayımlanan makalede sistemin, birlikte ele alındığında, bizimkinden çok farklı bir gezegen yöresine epey sıra dışı bir bakış sunduğunu yazıyor.Sistemdeki 6 gezegenin yıldıza en yakın olanı haricinde hepsi, yörüngelerini tamamlarken ritmik bir dansla hareket ediyor. "Rezonant" hareketleri, gezegenlerin yörüngelerinde dönerken tekrar eden örüntüler çizdiği ve zaman zaman aynı hizaya girdiği anlamına geliyor.Benzer bir olay daha önce Jüpiter'in etrafındaki uydularda da görülmüştü. Fakat TOI-178 gezegenleri çok daha karmaşık bir "rezonans zinciri" içinde hareket ediyor, öyle ki şimdiye kadar bulunan en uzun örüntüye işaret ediyor.Gezegenler; 18:9:6:4:3 zincirinde hareket ediyor, yani zincirdeki ilk gezegen yörüngesini 18 kez tamamladığında, ikincisi 9 kez tamamlamış oluyor ve sırasıyla devam ediyor. Örüntü o kadar güvenilir ki bilim insanları başlangıçta yalnızca 5 gezegeni gözlemleyebilmiş olsa da eksik olanı zincirdeki yerine göre çıkarsayabildi.Araştırmacılar bu muntazaman rezonansın gezegen sisteminin geçmişinin göstergesi olduğunu söylüyor. Araştırmanın Bern Üniversitesi'ndeki ortak yazarlarından Yann Alibert "Sistemdeki yörüngeler çok iyi dizilmiş, bu da bize sistemin doğumundan sonra epey usulca geliştiğini gösteriyor" dedi.Fakat bu, gezegenlerdeki olağan dışı düzensizlikle tuhaf bir tezat oluşturuyor. Kendi Güneş Sistemimizde kayalık ve yoğun gezegenler merkez yıldıza daha yakın duruyor, daha yumuşak ve yoğunluğu az gaz gezegenlerse sınıra daha yakın bulunuyor. AncakTOI-178 sistemindekiler çok daha karışık görünüyor.Araştırmaya liderlik eden, Cenevre ve Bern üniversitelerinden Adrien Leleu, "Yörünge hareketinin ritmik uyumu ve yoğunlukların düzensizliği arasındaki bu tezat, gezegen sistemlerinin oluşumuna ve evrimine yönelik anlayışımıza kesinlikle meydan okuyor" diye konuştu.Bilim insanları sisteme ilk baktığında aynı yörüngede birlikte dolaşan iki gezegenden oluştuğunu düşünmüştü. Gördüklerinin aslında bundan çok daha karmaşık olduğunu ancak daha sonra fark ettiler.Leleu "Daha fazla gözlemin ardından yıldızın etrafında, onunla aşağı yukarı aynı mesafede iki gezegenin dönmediğini, çok özel bir konfigürasyona sahip birden fazla gezegen olduğunu fark ettik" dedi. cumhuriyet.com.trAynılaştıkça yoksullaşıyoruz!
Aynılaştıkça yoksullaşıyoruz! 'Altı Kırk Dört Dalgası'nda bir toplum fotoğrafı çekiyor Behiç Ak; farklı kesimlerden insanların yer aldığı, iç içe yaşadığı, birbirine dokunduğu... Karşı çıkıyor ezberlerimize... /Archive/2021/1/26/234547758-ic1.jpg“Ben bu hikâyenin yazarıyım.”Kapıyı bana “yazar” açınca gözlerimi kısıp bu yapıtta beni nasıl bir yolculuğun beklediğini düşlemeyi denedim. Aslında bunu, her kitabın ilk tümcesinde hep yaparım. İlk tümcenin, yalınlığına yaslanan, vaat ettiklerinin varsıllığı başka bir sevinç kaynağıdır.Her şeyi baştan tasarlayan, kahramanlarının nerede ne zaman ne yapacağını en ince ayrıntısına değin önceden belirleyen yazarlardan değildi bu hikâyeci. Öyle ya “tesadüfler, beklenmedik olaylar, hesapta olmayan tipler, aniden kişilik değiştiren kahramanlar olmazsa...” ne tadı kalırdı öykünün.İlk harfi kâğıda düşürmeden her şey bütünüyle tasarlanmışsa kahramanların hepsi yazarın birer kopyası olmaz mıydı? Hem Edebi Karakter Hakları Evrensel Sözleşmesi’ne aykırı düşmez miydi bu tutum? Yazarlığın nasıl mükemmel bir uğraş olduğundan da söz etmiyordu. Dahası konuyla ilgili ne biliyorsak çöpe atmamızı istiyordu. Kolay mıydı “üstüne konacak harfleri sessizce bekleyen kâğıtlar”a ulaşmak!Sonra şu sokakta dolaşan kahramanlar; bir koşu tutturmuşlar, öyküde küçük büyük demeden bir rol kapmak için... Onu anlayabilmek ancak bir hikâyenin başına oturursak mümkün olabilirmiş...Derken biraz sert çıktığını düşünmüş olmalı ki sözü “Sevgili okurlarım...” inceliğine bağlıyor. Meğer onun da şu gelip geçici dünyada sonsuza kadar yaşamak için bu öyküye bir yerinden girme isteği varmış!Öykü başlamadı ama sımsıcak ve içtenlikli dili, kendinden mizahı, adına gizlenen merak öğesiyle kitap da yakamı bırakmıyor!GÜN OLUR HAYAT TUTAR ELİNİZDENGün olur bir satır bile yazmak gelmezken içinizden, hayat tutar elinizden. Sesler, renkler, kokular, tatlar... Muzaffer bir horoz öter çığlık çığlığa, gökkuşağı gülümser, el sallar ya da... Hayali bir köpek ansızın yiter gider, bir kedi dolanır ayağınızın dibinde. Bir koku alır her yanı ki nereye döneceğinizi bilemezsiniz! Bir de bakmışsınız, tam da orta yerindesiniz öykünün.Kahramanların ağırdan ortaya çıkışında sokakların ne çok “kahraman”ı bağrında taşıdığını, inceden duyumsatıyor Behiç Ak. İşte yıllardır bir problemi çözmeye uğraşan Matematik Profesörü İzzettin Bey; “Nasılsınız?” sorunuzu, “Nereden baktığınıza bağlı!” kurnazlığıyla yanıtlayan Su Tesisatçısı Durmuş Bey!..İkisi de yer almıyor öyküde ama onların karışımı, Mecnun Bey çıkageliyor. Eşi Nigar, oğlu, mahallenin haylazı Doğan, Doğan’ın kankası, hayali köpeği... Başkaları da boy gösterecek öykünün yol boylarında. Örneğin sınıfın en ilginç kızı, sabahları gazete dağıtan, ayaklı gazete, düz duvara değilse de ağaç balkon ayırmadan tırmanan Şehrazat!..Bir de günlüğü var Şehrazat’ın ama yazmadığı, yaşadıklarının resmini yaptığı... belki de anı defteri. Nereden mi esinlenmiş? Amerika’nın yerli kabilelerinden biri olan “Siyular”dan. Bir belgeselde görmüş. Bizon derisine resmediyormuş Siyular her gün başlarından geçeni... Doğan’ın da var anı defteri ama yazacak bir anı yaşamadığını düşünüyor!Kitaptaki birçok bölüm gibi, buranın da altını çiziyorum. Yazarın “Kızılderililer” demeyişi hoşuma gidiyor. Çünkü edebiyat, ezberlerimize içeriden bir karşı duruştur; sözcük seçimlerinde de yapar bunu. Dolayısıyla ezberlerin, kulağımıza doldurulmak istenenlerin kolaycılığına kapılmaz.Ben de tıpkı yazarın yaptığı gibi, ara ara metne sızıp duruyorum işte! Tamam bir daha yapmam!/Archive/2021/1/26/234617086-kapakic2.jpg‘TOPRAK DİYOR BEHİÇ AK’Behiç Ak, hayatın içinden aldığı/ var ettiği kahramanlarla yolculuğunda hayata yeniden baktığı ışıklı pencerelere okurunu da çağırıyor hatta alıp götürüyor. Toprak, diyor; hafifleyelim, kıymetsize kıymet vermeyelim, kötü budanmış ağaçlara dönüşmeyelim... diyor.Daha önce belki defalarca gelip geçtiğimiz yerlerden bu kez bambaşka tanıklıklarla yürüyoruz. Ve sorular çoğaltıyoruz hepimiz için...Bugün yakındıklarımız yarın ilgi duyduklarımıza dönüşür mü? Hayal kurmazsak hayal kırıklığına uğramaktan da kurtulur muyuz? Büyüdükçe hayallerimiz terk eder mi bizi? Ya da artık bir hayalimizin olmadığı sanısına mı kapılırız?Nigar Hanım da bir yerlerde unutmuş olmalı ki “gezici kütüphane” hayalini, Mecnun Bey’in seslenişiyle anımsar köy köy dolaştırmak için kütüphaneye dönüştüreceği otobüsü.Çalışmalar hızla ilerler. O artık bir işe yaramaz denilen otobüs, bakımdan ışıl ışıl çıkar; koltuklarının yerini raflar, küçük okur masaları alır. Ve raflara yepyeni kitaplar sıralanır.Bu “yepyeni kitaplar” sözü de başka bir gerçeğimize götürdü beni: Kitap bağışı istendiğinde amaca uygun kitaplar yerine kitaplığımızın eskilerini, kurtulmak istediklerimizi yollamalarımıza... Siz, öyle yapmıyorsunuz değil mi? Nigar Hanım’ın gözü üstünüzde, benden söylemesi!VE YOLCULUK BAŞLAR!Ve yolculuk başlar. İlk durağımız Şehrazat’ın annesinin köyü Elmalıca. Bildik köylerimizden biri. Koca çınar ağacının duldasına yerleşmiş kahvehanelerde pinekleyen yetişkin erkekler, ortada görünmeyen kadınlar ve çocuklar, hiç bitmeyen sınır sorunları... Ne ki “topraktan öğrenip kitapsız bilen”lerden Koca Mehmet’in bahçesini çevreleyen çitin benzersiz dokusu Mecnun Bey’i hayran bırakacaktır. Günümüzün, köyde, kasabada, kentte aynılaşmış yapıları, beton bağ bahçe duvarlarıyla ne yakınlığı ne de benzerliği vardır bu çitin.Çocukluğumdan bildiğim, her evin cümle kapısının biricikliğinin böylesine kısa bir zaman diliminde yitip gidişinin hüznü gelip oturdu içime. Yapıların, kapıların, pencerelerin aynılaştığı yerde bireysel farlılıklarımızın hızla ortadan kaldırılmak istendiği açık değil mi?Kitap üzerine diyeceklerim bitecek gibi değil ama “yerim dar!” Oysa siz belki de hâlâ “altı kırk dört dalgası”nı merak ediyorsunuz. Yok, onun ne olduğunu yazmayacağım. Tıpkı “utangaç irisler, filozof keçiler, gıcık makarnalar, tembel kuru fasulyeler” gibi.“Rastlantılar olmazsa, yazdıklarımızı kimse okumaya değer bulmaz.” diyor Behiç Ak. Tıpkı hayat gibi... Durağan, dünden yarına aynı “minval üzre” akıp giden, ansızın bir köşe başından eski bir arkadaşın seslenmediği bir hayatı hangimiz yeğleriz?Altı Kırk Dört Dalgası / Behiç Ak / Günışığı Kitaplığı / Ekim 2020 / 184 s. / 9+ Y. Bekir Yurdakul / Cumhuriyet Kitap EkiVar ol Kierkegaard!
Var ol Kierkegaard! Varoluşçuluk deyince akla gelen isimlerin başında her ne kadar Sartre yer alsa da bu harekete yön veren, felsefenin gamlı baykuşu Søren Kierkegaard. Onunla beraber girdiği yol ayrımı belirginleşen Varoluşçuluk, “Hıristiyan” ve “Tanrıtanımaz” olarak adlandırılmaya başladı. Yasemin Akış, Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı adlı çalışmasıyla filozofun kaygıya yüklediği anlamı inceliyor. /Archive/2021/1/26/234019374-ic4.jpgVaroluşçuluk deyince akla gelen isimlerin başında her ne kadar Sartre yer alsa da bu harekete yön veren, felsefenin gamlı baykuşu Søren Kierkegaard. Onunla beraber girdiği yol ayrımı belirginleşen Varoluşçuluk, “Hıristiyan” ve “Tanrıtanımaz” olarak adlandırılmaya başladı.Kierkegaard ilkin “ben başka kişilerden ayrı olmam nedeniyle varım” diyerek işe koyulur ve Hegel’le hesaplaşmaya girişir.İnsan aklının güçsüzlüğüne paradoks kavramıyla değinirken kesinlik (rasyonellik) yerine belirsizliği, umut yerine umutsuzluğu, mantıksallığın ve ahlaki rahatlığın yerine duyguları öne çıkarır.Aklımızla ve bilgimizle kavrayamayacağımız pek çok şeyin bulunduğu evrende Kierkegaard’un Hegel’i eleştirisi tam buraya denk gelir: Kişisel duygu yoğunluğu ve öznellik ağır basar ve Kierkegaard bir anlamda Hegel’i ters yüz eder.AHLAKİ KÖTÜLÜKHıristiyan Varoluşçuluğu’ndaki temel kavramlardan biri olan ahlaki kötülüğü Kierkegaard da sıkça işler. Bunun yanında yazgı Kierkegaard’un vazgeçemediği bir kavram.Nihayet paradoks, öznellik, umutsuzluk, duygu yoğunluğu ve bir başınalık gibi dönemeçler bizi asıl durağa; kaygıya götürür.Yasemin Akış, Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı adlı çalışmasıyla bu durakta olup bitenleri inceliyor.Akış, Kierkegaard’un kaygı kavramını Hıristiyanlık’taki günah ve kalıtsal günahla bir arada işleyişine ve eğitici bir tavır takındığına da değiniyor.Kaygıyı besleyen bu iki kavramın yanı sıra korkudan da bahseden Kierkegaard, korkunun belli bir nesne veya olaydan kaynaklandığını söyler ama kaygının membaında hiçlik bulunur.Kierkegaard için kaygı günahın koşulu değil. Günahın aktif hale gelip kişinin kaygılanmasına neden olan şey, bireyin kendi sorumluluğuyla yaptığı eylemler; bu yüzden Kierkegaard psikolojiyi esas yöntem olarak belirleyip çözümlemeler yapar.Buradan bakınca, Akış’ın da altını çizdiği gibi Kierkegaard, psikoloji ve felsefi antropolojinin harcını karmaya başlar.Kierkegaard’un kaygıyı “kişiyi ele geçiren ve korkulan” bir durum değil de insan olmanın bir parçası şeklinde ele alması kendi dönemi için büyük yenilik. Akış bunu “olağan dışı olan, var oluşun kendisi” diye özetliyor./Archive/2021/1/26/234132311-ic5.jpgTİTREYEN İNSANKierkegaard’a göre insan nedensel olarak var olmaz, önce kendisi olması gerekir. Onu kendisi yapan şey ise tarihselliği, aklı, inançları ve özgürlüğü.Akış’ın da belirttiği üzere Kierkegaard insanı bu bakımdan bir sentez olarak algılar. Söz konusu sentez içinden özgürlük uçsuz bucaksız imkânlar sununca kişi tutumlarıyla, kararlarıyla ve seçimleriyle doğadan uzaklaşır.İşte Kierkegaard’un bahsettiği özgürlük karşısındaki tutum önce sancıyı sonra da kaygıyı doğurur.Kaygı aynı zamanda özgürlüğü kısıtlayan bir şekle bürünür ve kişi kaygı içinde yaşamayı öğrenmeye başlar. Yani “kaygı, belirsiz ve bizi sürekli takip eden niteliğiyle hayatımızda varlığını sürdürür.”Dolayısıyla Kierkegaard için kaygı, hem özgürlük hem de umutsuzlukla bir aradadır; umutsuzluk ve özgürlük insan varlığının değerlendirilmesinde çok önemli birer tutamaç olur.ÖZGÜRLÜĞÜN OLANAĞIÖzgürlüğünü kavrayan insan kaygıyla da yüzleşir. Bu nedenle Kierkegaard, Akış’ın da hatırlattığı gibi kaygıyı “özgürlüğün olanağı” şeklinde tanımlar. Yani kişi seçimde bulunur ve bundan sonra da kaygı devreye girer.İnsan iyiyi tercih edip seçebileceği gibi kötüye de yönelebilir, bu da seçme sorumluluğunun yaratacağı korkuyu ve en sonunda kaygıyı gündeme getirir; insana bir titreme gelir.Akış, kaygıyı dillendiren Kierkegaard’un aslında insanın en halis tecrübesine atıf yaptığını söyler. Bu kaygı tecrübesi ise özgürlüğün ve var oluşun anlamına işaret eder./Archive/2021/1/26/234327218-ic1.jpgAkış’ın kitapta “ilk günahtan” başlayarak Kierkegaard’un bir başınalık, korku, titreme, paradoks, duygu ve özgürlük gibi kavramlardan kaygıya uzanan yolculuğunu anlatırken kaygı karşısında insanın sessizlikle çığlık atma arasında kaldığı anları da özetliyor sanki.Zamanın kuşatıcılığıyla savrulan insanın yaşadığı gerilimin bir yansıması olması bakımından Kierkegaard’un kaygı kavramı, Akış’ın yaptığı gibi dikkatle incelenmeli. Varoluşçuluğun anlaşılıp kavranabilmesi için bu gerekli.Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı / Yasemin Akış / Ayrıntı Yayınları / 192 s. Deniz YılmazAhır yapımısırasında buldu: Gizemininçözülmesini istiyor
Ahır yapımı sırasında buldu: Gizeminin çözülmesini istiyor Karslı Sezgin Ancı, temel kazı çalışmalarında bulduğu ve üzerlerinde çeşitli figür ve resimler bulunan taşların değerli olduğunu söyleyerek incelenmesini istedi. Merkez Halitpaşa Mahallesi’nde yaşayan Sezgin Ancı, bir süre önce ahır yapmak için temel kazdığı sırada, üzerlerinde çeşitli figür ve resimler olan taşlar buldu. Çıplak gözle ilk bakıldığında ne olduğu anlaşılmayan fakat dikkatlice incelendiğinde 3 boyutlu olduğu ve içlerinde gizli resimlerin bulunduğu taşlarda Hz. İsa'nın kanatlı resmi, Meryem Ana ve kutsal kase gibi figürlerin yanı sıra değişik şekillerde objeler de görülüyor. Taşların üzerinde fil, köpek, geyik, boğa olarak tasvir edilmiş resimler de yer alıyor. 'BİLİM İNSANLARININ DİKKATLE İNCELEMESİ LAZIM'Arazisinde ahır yapımı için temel kazısı sırasında taşları bulduğunu belirten Sezgin Ancı, "Taş biçimde fakat kırık bir tandırın içinde olması ve kül içerisinde olması dikkatimi çekti. Müzeye getirdiğimde taş olarak isimlendirdiler ama ben bunların üzerinde belirli bir zaman sonra yoğunlaştım ve insan eliyle yapıldığından şüphelendim. Ben bunların pişmiş toprakla yapıldığına inanıyorum. Bunlar daha sonra taş şeklini almışlar. Ben bunların Maden Tetkik Arama’ya (MTA) göndererek kimyasal yapısını incelettirdim. Tarihlendirilmesi için de Ankara Üniversitesi'ne gönderdim. TÜBİTAK'ta tarihlendirilmesi gerektiğini belirttiler. Bu objeleri bilim insanlarımızın dikkatle araştırmasını istiyorum. Çünkü bu şekilde bende olması bir şeyi değiştirmez. Bunlar incelenmeli ve ne zaman ne şekilde yapıldığının, içlerinde nelerin olduğunun teknolojik imkanlarla belirlenmesi gerek. Ben bunların tarihi bir öneme sahip olduğuna inanıyorum. Değerli taş da olabilirler çünkü içlerinde ayrıntılar var. Bunları çözmek benim tek başıma yapacağım bir iş değil" diye konuştu./Archive/2021/1/26/224202845-tas-1.jpg'DİKKAT ÇEKEN RESİMLERİ BARINDIRIYOR'Taşların detaylı incelenmesinden farklı sonuçlara ulaşılabileceğini kaydeden Sezgin Ancı, “Taşlar dikkat çeken resimleri barındırıyor. Kafa insan, gövde kuş, kanadında haç işareti olan taşın stüdyo ortamında yüksek çözünürlüklü fotoğraf makinesiyle görüntüsü var, orada surat hatları belirgin gözyaşı ve tebessüm ifadesi görülmekte. İşaretli yerde Hz. İsa'nın kanatlı resmi var. Alnında demir tel, arkasında kutsal ışık ve gölge şeklinde kanatlı resim mevcut. Çarmıha gerildikten sonra gökyüzüne yükselişini tasvir eden kanatlı resim. İsa'nın yakınlaştırılmış resmi. Meryem Ana’nın elinde kutsal kase ve yanında erkek çocuk var. Nuh'un gemisi tasviri ters yöne bakan insan suratı ve orta kısmında kapı yeri işaretlenmiş. Ayrıca başka bir taş insan kafasını andırıyor. Kuş kanadında haç işareti objenin diğer yüzü, işaretli yer gözler, kanatları var. Melek olarak tasvir edilmiş. İnsan kafası, Mısır firavunu tasviri işaretli yerde gözler dikkatli bakıldığında belirgin şekilde görülüyor" dedi. DHAPutin ve Biden telefonda görüştü: "İlişkilerin normalleşmesi tüm dünyanınçıkarına olacak"
Putin ve Biden telefonda görüştü: "İlişkilerin normalleşmesi tüm dünyanın çıkarına olacak" Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, telefon görüşmesinde ABD Başkanı Joe Biden'ı tebrik etti. Kremlin'den yapılan açıklamada, "Putin, Rusya ile ABD arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin, tüm dünyanın çıkarına olduğuna işaret etti” denildi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, telefon görüşmesinde ABD Başkanı Joe Biden'ı tebrik etti.Kremlin'den yapılan yazılı açıklamada, Putin ile Biden arasındaki telefon görüşmesinin detayları kamuoyu ile paylaşıldı.Açıklamada, “Putin, Biden'ı ABD Başkanı olarak göreve başladığı için tebrik etti. Putin, Rusya ile ABD arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin, her iki ülkenin yanı sıra, bu ülkelerin küresel güvenlik ve istikrarı sağlamak için özel sorumlulukları dikkate alındığında tüm dünyanın çıkarına olduğuna işaret etti” ifadesine yer verildi.Görüşmede, Yeni Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması'nın (Yeni START) uzatılmasına yönelik konuların da istişare edildiği belitilen açıklamada, “Önümüzdeki günlerde taraflar, nükleer füze cephaneliklerinin karşılıklı olarak sınırlandırılmasına yönelik bu önemli uluslararası yasal mekanizmanın daha fazla işlemesini sağlamak için gerekli tüm prosedürleri tamamlayacaklar” değerlendirmesinde bulunuldu.Açıklamada, görüşmenin “sağduyulu ve açık sözlü bir atmosferde” geçtiği belirtildi. AAErdoğan'ın ziyaretinin ardından Saadet Partisi'nden ittifak açıklaması
Erdoğan'ın ziyaretinin ardından Saadet Partisi'nden ittifak açıklaması Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kaya, Oğuzhan Asiltürk'ün sözlerinin ardından katıldığı canlı yayında açıklamalarda bulundu. Kaya, ittifak tartışmalarına ilişkin, ''İşbirlikler seçim zamanı konuşulur'' dedi. Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la yaptığı görüşmeye ilişkin konuştu. Erdoğan’ın açıklamalarının üzerine bir şey söylemeyeceğini belirten Asiltürk, partisinin ittifak politikası için "Açıklarsam bir bölünme meydana gelir. Ben bunu açıklamam. Ne yapacağım kalbimde durur" dedi.Halk TV canlı yayınında Asiltürk'ün sözlerini değerlendiren Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kaya, ''İşbirlikler seçim zamanı konuşulur'' ifadelerini kullandı.Kaya’nın açıklamaları şöyle: "Cumhur İttifakı'nın ülkeyi sürüklediği durumu doğru bulmuyoruz. İtirazımız devam ediyor. Aynı noktaya durmaya devam ediyoruz. Biz her partiyi eşit aktör olarak görüyoruz. Saadet Partisi ittifakalarla eklenmez. O ittifakları diğer aktörlerle birlikte oluşturur. Oğuzhan Asıltürk Yüksek İstişare Kurulu'nda. Bir karar dayatması partimizde yok. Saadet Partisi kendisini kullandırtmaz." cumhuriyet.com.tr