News - Haberler
Facebook ve patronu Zuckerberg'in Biden sorunu
Başkan Joe Biden uzun zamandır Facebook ve diğer sosyal medya platformlarının, kullanıcılarının içeriklerini denetlemesi gerektiğini savunuyor ve büyük teknoloji devlerine antipatisini açıkça dile getiriyor. Bu Facebook için ne anlama gelebilir? Donald Trump'ı son anda yasaklamış olmak Zuckerberg'i kurtarabilir mi?Habere Gitmek için TıklayınTRAPPIST-1 yıldız sistemindeki gezegenlerin benzeröz kütleye sahip olduğu tespit edildi
Türkçe Haberler En Son Başlıklar TRAPPIST-1 yıldız sistemindeki gezegenlerin benzer öz kütleye sahip olduğu tespit edildi Bilim insanları, Dünya'ya yakın boyutlardaki gök cisimlerinin dikkate değer şekilde benzer ortalama öz kütleye sahip olduğunu tespit etti. Bilim insanları, yeni keşfedilen TRAPPIST-1 yıldız sistemindeki 7 gezegenin ortalama öz kütlesinin benzer olduğunu belirledi.ABD'nin Washington Üniversitesinde bilim insanları, sonuçlarını "Planetary Science Journal" dergisinde yayımladıkları araştırmada, Dünya'ya 40 ışık yılı mesafedeki TRAPPIST-1 adlı kızıl cüce yıldızının yörüngesindeki öte gezegenlerin kütle ve hacimlerinin detaylı ölçümlerini yaptı.Gezegenlerin yörüngesindeki yıldız ile Dünya arasında gözlemlenebilir olduğu "geçiş zamanı varyasyonlarını" (TTV) inceleyen bilim insanları, Dünya'ya yakın boyutlardaki gök cisimlerinin dikkate değer şekilde benzer ortalama öz kütleye sahip olduğunu tespit etti.Bilim insanları daha önce Dünya'ya benzer kayaç yapıda olduğu tahmin edilen gezegenlerin, oksijen, demir, magnezyum ve silikon bileşiminden oluştuğu ve söz konusu maddeleri benzer oranlarda içerdiği sonucuna vardı.Araştırmacılar, gezegenlerin öz kütlelerinin Dünya'dan yüzde 8 daha düşük olduğunu tespit ederken, bunun madde kompozisyonunun farklı olmasından kaynaklandığını düşünüyorlar.Fizikte öz kütle, bir maddenin birim hacminin kütlesi, yani onun yoğunluğu olarak tanımlanıyor.Dünya'ya 40 ışık yılı mesafedeki TRAPPIST-1 sisteminde yer alan gezegenlerden üçü, ilk kez 2015'te Avrupa Güney Gözlemevinin Geçiş Halindeki Gezegen ve Gezegensiler Küçük Teleskobu (TRAPPIST) tarafından keşfedilmişti.Amerikan Havacılık ve Uzay Ajansı (NASA), 2017'de sistemde toplam 7 gezegen olduğunu, bunların hepsinin yıldızın canlı yaşamının ortaya çıkmasına müsait yaşanabilir bölümünde bulunduğunu açıklamıştı. cumhuriyet.com.tr119 yıllık tarihi pencere
119 yıllık tarihi pencere Ayşe Övür, Botter Apartmanı’nda, kaçamadığımız kendimize ve geçmişimize bakarak bugüne dair neler öğrenebileceğimizi ve kendimizi bir şekilde iyileştirmemiz gerektiğine ikna ediyor. /Archive/2021/1/26/002248697-kapakic1.jpgBotter Apartmanı İstanbul’daki Art Nouveau Mimarisinin ilk eseri. 1900 yılında İstiklal Caddesi’nde inşa edilmiş. İstiklal Caddesi’nin sonlarında Türk-Alman Kitabevi’nin hemen yanında bulunan bina.Mimar Raimondo D’Aronco tarafından II. Abdülhamid’in saray terzisi Jean Botter’in ailesiyle birlikte yaşayacağı konut olarak inşa edilmiş.Haftada bir kaç kez önünden geçtiğim binaya dair daha önce böyle bilgiler bilmiyordum elbette. Ta ki Ayşe Övür’ün yazdığı ve Remzi Kitap tarafından yayınlanan ikinci romanı Botter Apartmanı’nı okuyana kadar.2010 YILININ İSTANBUL’UAyşe Övür İstanbul Üniversitesi’nde Klasik Arkeoloji eğitimi almış, yüksek lisansını aynı üniversitede Eskiçağ Tarihi Bölümü’nde tamamlamış. Ve daha önce Sahra 1911 adında bir romanı yayınlanmış. Botter Apartmanı 2010 yılının İstanbul’undan bahsediyor ve insanın her halini sorguluyor. Kurduğu dil ve sakinliği ile dramatik olayları anlatışıyla okuru etkiliyor.Okura ayna tutan romanlardan biri Botter Aparmanı bir psikiyatrist olan Dr. Kaan M. Yamaner’in odasında başlıyor roman. Danışanlarından Zehra aklının içindeki sesleri susturamadığından şikayet ediyor.Dr. Kaan’ın muayenehanesi Botter Apartmanı’nda. Bugün 119 yıllık olan binanın içinde geçmişle bugüne dair pek çok şey canlanıyor. İlişkiler, bağımlılıklar, aile ve birey olma kavramları, kadın ve erkek olma meseleleri temel olarak insanı insan yapan pek çok şeye dair çeşitli sorgulamamalar anlatılıyor Ayşe Övür’ün romanında./Archive/2021/1/26/002309431-ic3.jpgGEÇMİŞLE BUGÜN ARASINDAKİ BAĞYazar gördüğü eğitimi romanın da kullanmış. Botter Apartmanı hikayesinde çeşitli tarihsel dönemleri de ele alıyor. Osmanlı tarihi, o dönemin sosyete hayatı, diğer yandan taşra, dönem dönem ise çeşitli coğrafyalar yer alıyor.Bir apartmanın boşlukları arasından çeşitli sesler duyuluyor ve hikâyeler birbirine giriyor. Bu geçmişle kurulan ilişki son zamanlarda psikoloji alanında adı çokça duyulan aile dizimi ve bununla ilgili terapileri hatırlatıyor.Geçmişten bugüne taşıdığımız travmaları iyileştiremediğimiz müddetçe gelecek yaşantımızı onların ele almaları elbette muhtemel ve Botter Apartmanı karakterleri geçmişle bugün arasında örtüşüyorlar.Ailelerin çoğu zaman kırılmasınlar, üzülmesinler diye düşünüp anlatmadıkları sırları ortaya seriliyor ve herkes aslında oradan süre gelen acıların bir şekilde ortağı olduğunu biliyor.Mimar, çamaşırcının kızı Nazlı, Matilda, Matilda’nın oğlu geçmişten gelen Botter Apartmanı kahramanları. Dr. Kaan’ın hikâyesi bugünden geçmişe mimarın torunu Esta’nın İstanbul’a gelmesiyle kesişiyor.Danışanı Zehra’nın geçmişiyle kurduğu hastalıklı bağları çözmeye çalışırken Dr. Kaan kendi geçmişine kendi aile bağlarına kişisel tarihine yöneliyor.FELAKETLERİN TEKRARI ÜZERİNE KURULU DÜNYA!Mimarın kızı Esta’ya âşık olan Kaan kendi terapisini ise Galata Mevlevihane’sinde buluyor. Kendi arayışını Mevlevi’nin sözüyle anlamlandırıyor “Dünya felaketlerin tekrarı üzerine kuruludur.”Aslında bu cümle dünyanın düzenini tanımlıyor. İnsan aynası bir başkasının gözünün içindedir diyor roman. Özellikle Kapıcı Hamza vurgusu ve Hamza’ya romanın içinde verdiği yer ile hiçbir suçun gizlenemediğini yeryüzünde yaptığımız her şeyin bir izi bize olmasa bile bizden sonrakilere bir dönüşü olduğunu gösteriyor.Bu romanı okuduktan sonra gidip o binanın karşısında bir süre durmak ve seyretmek istiyorsunuz. Tarih ve psikolojinin iç içe girdiği bu roman yer yer kurgusuyla polisiyeye de sıçrıyor. Ayşe Övür kaçamadığımız kendimize ve geçmişimize bakarak bugüne dair neler öğrenebileceğimizi ve kendimizi bir şekilde iyileştirmemiz gerektiğine ikna ediyor.Botter Apartmanı / Ayşe Övür / Remzi Kitap / 208 s. Adalet Çavdarİstanbul’un sessiz tarihçileri!
İstanbul’un sessiz tarihçileri! Ağaçlardan, evet ağaçlardan söz ediyorum; tarih boyunca çeşitli inançların kutsallaştırdığı, çevremize güzellikler kattığı için baş tacı ettiğimiz varlıklardan… Volkan Yalazay, Eski İstanbullu Ağaçlar (İstanbul’un Anıtsal Ağaçlar) başlıklı çalışmasıyla İstanbullu ağaçların bir başka tutkunu Çelik Gülersoy’un izinden gidiyor. /Archive/2021/1/26/001952480-ic1.jpg“Çelik Gülersoy’u anısına saygıyla”Volkan Yalazay, Eski İstanbullu Ağaçlar (İstanbul’un Anıtsal Ağaçlar) başlıklı çalışmasıyla İstanbullu ağaçların bir başka tutkunu Çelik Gülersoy’un izinden gidiyor. Yalazay ne bir bitki bilimci ne bir orman mühendisi; özverili bir gönüllü ağaç uzmanı. Eski İstanbullu Ağaçlar, akıl almaz bir özveri ve emek ürünü.Son derece yetkin yüzlerce tarihsel ve güncel fotoğraf ve desen, düşün ve yazın insanlarından alıntılarla bezenmiş; büyük boy (22x28 cm), kuşe kâğıda basılıp ciltlenmiş.Ağaçlar, özellikle de “anıtsal” sayılan ağaçlar evrenine ilişkin onlarca sayfa açıklama; yerli, yabancı yayınlardan oluşan varsıl bir kaynakça; Latince, Türkçe, yanı sıra, yerel adlarıyla tanıştırılan yerli ve yabancı 24 cinsten 340’ü fotoğraflı 400 dolayında “anıtsal” ağacın tarihsel, kültürel, öyküsel geçmişlerine; yaşları, boyutları, ağaç bilimsel özellikleri, yersel konumları ve günümüzdeki durumlarına ilişkin ayrıntılı bilgi içeriyor. Farkındalık yaratıcı, dostluk kurdurucu, meraklandırıcı bir anlatım./Archive/2021/1/26/002006761-ic2.jpgÇINARLAR... ÇINARLAR... ÇINARLAR...Nâzım’ın, ünlü şiirlerinden “Vasiyet”i anımsarsınız: “tepemde bir de çınar olursa / taş maş da istemez hani...” der. Nâzım’ın çınarı, mezar taşı olarak yeğlemesi nedensiz değil kuşkusuz: Tüm görkemliliğine karşın bilge ama son derece de alçakgönüllü ağaçlardır çınarlar.Ormancı ozan, Türkçe sevdalısı Kerim Yund yıllarca önce önermişti: “İstanbul’un bir bitki ile temsili icap etse, bu ya bir çınar ağacı, yahut bir çınar yaprağı olmalıdır.”Yalazay da bu öneriyi benimseyenlerden olmalı ki yapıtının “Çınar Hazretleri” başlıklı bölümüne tam 142 sayfa ayırmış; haksız mı sizce? Bu gerçekliklere karşın ilgili kurumların kentsel, özellikle de kırsal yerleşmelerdeki ağaçlandırma çabalarında çınarlara gerektiğince yer vermemesini anlamak zor.Eski İstanbullu Ağaçlar, artık çokça örneğini görebileceğiniz türden yalnızca bir ağaç güzellemesi değil; bir “İstanbul Tarihi” kitabı. İstanbul’un neredeyse hırsla silinmesine çalışılan, ne yazık ki yeterince bilinmeyen güzelim insanlık tarihini de bize anımsatan bir tarih kitabı!Ağaçlar, sessiz tarihçilerdir çünkü. Üstelik, tarihçilikleri, yalnızca ekolojik koşullardaki değişmeleri yansıtmakla da sınırlı değildir: Ağaçlar bizlere toplumun değişik kesimlerinin kültürel, yanı sıra, davranışsal tarihlerini de anlatırlar./Archive/2021/1/26/002024511-ic3.jpgBİR KENTİN KİMLİĞİYalnızca tarihsel geçmişi, ekonomisi, yapıları, çeşitli büyüklükleri, dahası egemen kültürü bile oluşturmuyor; ne yazık ki çoğunlukla öyle sanılıyor. Bugünün orta yaşlıları bile kendisini, daha açık bir söyleyişle; tarihini, hüzünlerini, sevinçlerini, aşklarını, kavgalarını bulamıyorsa eğer, İstanbul kimliğini artık tümüyle yitirmiştir.Yusuf Nalkesen’in ünlü Hicaz şarkısını daha bir içten söylüyor olmalısınız: “Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz / Hep el ele vererek hayaller kurduğumuz / Kimi üzgün, kimi gün neşeyle dolduğumuz / O ağacın altını şimdi anıyor musun?”Volkan Yalazay’ın Eski İstanbullu Ağaçlar (İstanbul’un Anıtsal Ağaçlar) adıyla yayımlanan çalışmasının bu şarkıyı sizin için de daha anlamlı kılacağını düşünüyorum.Bitirirken gerçekten de büyük özverilere katlanan Volkan Yalazay’ın yanı sıra son derece kısıtlı olanaklarıyla Eski İstanbullu Ağaçlar gibi bir kitabı yayımlayan Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği’ni, emek veren gönüllülerini [email protected]://www.kirsalcevre.org.tr/KC/KCdoc.php?page=haber&doc=497Eski İstanbullu Ağaçlar / Volkan Yalazay / Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği Yay. / 474 s. Yücel Çağlar'Bir MeydanınÖyküsü; Beyazıt!'
'Bir Meydanın Öyküsü; Beyazıt!' Kitap kamusal bir alanın elli yılını farklı katmanları ile anlatma iddiasının yanında toplumun kentsel çevre ile mutsuz ilişkisinin sırlarını ortaya çıkarmayı da deniyor. /Archive/2021/1/26/001631920-ic1.jpgKENTSEL ÇEVRE İLE MUTSUZ İLİŞKİMİZYüz yıldır üretmiş olduğumuz kentsel çevreler ile toplum ilişkisinin en temelinde derin bir mutsuzluk var. Kısmen çok haklı olan bu mutsuzluk bir taraftan küçüklü büyüklü şehirlerimizin kontrolsüz büyümesinin oluşturduğu niteliksiz yaşam ortamları; tarihi çevrenin tahribatı gibi çok büyük ölçekli ve gözle görülür nedenlere dayanıyor.Öte yandan ise, bu mutsuzluğun adının koyulması zor, elle tutulmaz, gözle görülmez nedenleri de var.Sevince Bayrak’ın bir macera romanı gibi kolayca ve merakla okunan Bir Meydan Öyküsü. Beyazıt (1914-1964) adlı kitabı bir anlamda bu nedenleri sarsıcı bir şekilde ortaya seriyor.Kitabın, tek bir kamusal alanın elli yılını farklı katmanları ile anlatma iddiasının çok ötesinde bir hikâyesinin olmasının nedeni tam da bu.Bütün iyi hikâyelerde olduğu gibi, heyecanla takip ettiğimiz Beyazıt Meydanı’nın bir türlü ‘olamamasının’ macerasının altında asıl anlatılmak istenen farklı bir şey var: Toplum olarak bizim kentsel çevre ile mutsuz ilişkimizin hikâyesi./Archive/2021/1/26/001650123-ic2.jpgBEYAZIT MEYDANI ‘HÖYÜĞÜ’Bu anlamda, Sevince Bayrak’ın yaptığı ‘Beyazıt Meydanı höyüğü’ analojisi yerini çok anlamlı bir şekilde buluyor.Bayrak’a göre ‘...tarihi yapılar, yıkımlar, anıtlar, mimar-belediye ilişkileri, müellif aktörler, kentsel peyzaj, politikanın kamusal alana yayılması, kentsel kimlik tartışmaları, ideoloji-kamusal alan ilişkisi, koruma yaklaşımları...’ bu höyüğün katmanlarını oluşturuyorlar.Bayrak, höyüğün katmanlarını arkeologların yaptığı gibi kronolojik bir yöntemle kaldırmıyor.Kitabın bölümlerini oluşturan ‘büyüklük, boşluk, müellif” temaları etrafında höyüğün röntgenini çekiyor ve zaman-mekân sürekliliğinin tüm katmanlarını yeniden kurgulayarak bizlere sunuyor.Bu katmanların zaman zaman ayrışması ya da çakışması kitabın kuru bir akademik bir çalışma olmaktan çıkarak gerçek bir hikâyeye dönüşmesini sağlıyor.Kitap Beyazıt meydanının, aslında çevre ile ilişkimizin hikâyesini anlatmayı 1964 yılında bitiriyor. Kullandığı yöntem itibariyle, belli bir birikme - höyük - olmadan ve bu birikmeyi anlayıp anlatabilmeyi sağlayacak perspektif - zaman - oluşmadan böylesi bir anlatımın olanaklı olmadığına inanıyor./Archive/2021/1/26/001702638-ic3.jpgİMAMAOĞLU İLE YENİDEN GÜNDEME GELEN CANSEVER PROJESİİBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Beyazıt Meydanı’nda Turgut Cansever’in projesinin uygulanacağını bildirmesiyle, Bayrak’ın hikâyesinin bir kahramanının bir anda tekrar gündeme gelmesi ilginç bir rastlantı oluşturdu. Bu çalışmanın mutlu bir son mu olacağını, yoksa höyüğe yeni katmanlar mı ekleyeceğini zaman gösterecek.Kitabın alt katmanlarında hikâyeyi zenginleştiren bileşenler bulunuyor. Merkezde yer alan kahramanların ve karşı-kahramanların bir kısmını yapıları ile, Türkiye mimarlık ortamına yaptıkları katkılarla yakından tanıyoruz.Kitabı okurken ana karakterleri, zaafları, hırsları, heyecanları olan kanlı canlı insanlar olarak görüyoruz. İkincil karakterler de hikâyenin taşıyıcıları görevini görüyorlar.Bir Meydan Öyküsü. Beyazıt (1914-1964) kitabı, toplumun kentsel çevre ile mutsuz ilişkisinin sırlarını ortaya çıkarmanın da ötesinde, kentsel mekânların şekillenmesi üzerine zengin bir tartışmayı çok akıcı ve sürükleyici bir biçimde yaparak, geniş kesimlerin okuması gereken bir kaynağa dönüşüyor.Bir Meydan Öyküsü. Beyazıt (1914-1964) / Sevince Bayrak / İş Bankası Kültür Yay. / 128 s. Arda İnceoğlu'Sanatçıçağdaşbir dilencidir!'
'Sanatçı çağdaş bir dilencidir!' Raskol’un Baltası, bu kez, Türkiye’nin en çatışkan ressamının, Peyami Safa’nın anarşist yeğeni Behçet Safa’nın ilk kitabını yayınladı. Burak Fidan, Ferit Edgü’ye gönderilmiş metinlerden oluşan Sanat Kaç Para?’nın sunusunda, sadece sanatın değil, hayatın da kaç para olduğunu soruyor. /Archive/2021/1/26/001216226-ic1.jpgAbidin Dino’nun dediğini aktarıyor Behçet Safa: “Sanatçı çağdaş bir dilencidir. Yaptığın resimlerle hayatını dileneceksin, yoksa ressam messam olamazsın.” Bir ressamın bir ressama gurbette ettiği dostane nasihat nasıl karşılık bulmuş olabilir? Mutluluğun resmini yapmak yerine kendi imgelemini öne çıkaran ve rahatsız edici orantısızlıkları mutluluk uyandıracak biçimde resmeden Abidin Dino sosyalist olmasına karşın ressam arkadaşı Behçet Safa’ya dünyanın ve sanat piyasasının gerçeklerini işaret etmekten çekinmemiş.Para edecek bir şeyler yapmanın bir sanatçı için küçük düşürücü olduğunu düşünüyorsanız haklısınız. Günümüzde sanatçı bu türden bir küçük düşmeyi göze alacak cesarete ve cürete sahip değilse herhangi bir şeye sahip olması da anlamlı bulunmaz ve bir mezara sahip olana kadar özenle yok sayılır.Sanat eserini, sanatçının ölümünden sonra kıymetlendirmeyi seven sözde sanat piyasası ressamların cenazelerine değil, arkada bıraktıklarına ilgi gösterir. Ölüm, sanat eserinin değerini yükselten bir gerçek olarak yaşayan sanatçıların başının üzerinde sallanan bir kılıçtır.Behçet Safa, varlığını anlamlı kılacak bir mülkiyetsizlik içinde şahsiyetine sahip çıkmanın yollarını arayan bir ressam, yolu doğal olarak sokağa, sokağa atılanlara ve çöplüğe düşüyor. Tüketim toplumunun çöp diye sokağa bıraktığı kartonları, mukavvaları, ambalaj atıklarını resimleri için uygun bir malzeme olarak görmesi, günlük gazete parçalarını kullanması hem poetik hem politik bir tercih.Üzerine fırça ile boya sürülebilen her şeyi resme malzeme kılmanın konforsuzluğunu kabullenmek yordam ve kaliteli malzemenin ne olduğunu bilen bir sanatçı için kolay değil. Sanatçının kendi gerçekliğini, koşullarını kendi sanatına taşımasının hayati bir anlamı ya da ölümcül sonuçları olsun isteriz. Resmin izleyicide uyandıracağı sahicilik duygusunu önce sanatçının kendi varlığında hissettiğine ikna olmak ender yaşanacak zevklerdendir./Archive/2021/1/26/001229070-kapakic2-.jpgBize ölümü anlatan sanatçı ölmüş olmanın anlamını bilmeli ya da gerekirse ölümü göze almalı. Resmin bize yaşatacağı tüm yoğun duygular önce sanatçının ruhuna kaydedilmeli, oradan taşıp boyayla fırçayla buluşup çerçeveyi doldurmalı. Aksi takdirde kolayca kandırıldığımızı hisseder, karşısında durduğumuz resmin bir sanatçıya değil ruhu olmayan bir boya tüccarına ait olduğunu düşünürüz.Kendi resminin ticaretini yapmayı dert etmemiş, yaşayarak resim yapmayı ya da resim yaparak yaşamayı hedeflemiş bir sanatçı Behçet Safa. Yaşamak için gerekenlere sahip olan bir sanatçı, özgürlüğe düşkünlüğün bedelini sefaletle ödemekten çekinmeyip inançla resim yapmayı sürdürmüş. Çok önemli bir sanatçıya, Ferit Edgü’ye doğru, o okusun diye bir anlatı yazmış.Kendisini bir roman karakteri olarak inşa etsem, metni okuyan editör “Bu zamanda böyle ressam mı kaldı!” diyerek beni paylayıp romanı çöpe atardı. Güzel olan da bu: Piyasanın, güncel gerçeğin dışına düşerek yaşayıp, eser ortaya koymuş sanatçılar bizi kendi gerçekliğimize gerçeklikle oynayarak inandırır: Böyle bir ressam gerçekten yaşadı, resim yaptı ve öldü. Tanık olduğumuz benzersiz gerçeklikler, çürük yanlarını gördüğümüz dünyaya, düzene karşı mücadele etmek için yeni ve güçlü birer kaleye dönüşür.Amcası Peyami Safa yazdığı mektupta “Paris’te yapamazsın” dediğinde gardını düşürüp hemen geri dönmemiş. Neye güvenip dönmemiş? Tutkunun yahut tutkuyu anlayıp ona değer veren sanatçıların varlığı anlıyoruz ki onu güçlendirmiş. Fikret Mualla yapabiliyorsa Behçet Safa niye yapamasın?Köprü altına, sokağa düşeceğini öngören romancı amcasının onun şahsiyetini çözümleyemediğini görüyoruz: Hayata ve resme tutkuyla sarılan bir sanatçı için sokağa düşmek, sakınması gereken tehlikeli bir durum değil. Gocunup gücenmek yerine, öfkeli inancını coşkulu duruşuyla pekiştirmiş.Karşı çıktığınız düzenin çöpünü sanatınıza malzeme kılacak cürete sahipseniz ister istemez insanların ilgisini çekecek bir şeyler ortaya koyarsınız.Behçet Safa bizi neden ilgilendiriyor sorusunun cevabı biraz da bu: Sanatın kaç para edeceğini düşünüp duran simsarlar ve resme değil fiyatına bakan aptalları umursamadan resim yapmaya devam eden bir sanatçı resmin bugün hâlâ yapılıp izlenebilen benzersiz bir eylem olduğuna ilişkin inancımızı tazeler.En eskisi altmış bin yıl önce yapılan ve satılması hiç düşünülmemiş o mağara resimleri ile şimdi çöplükten kurtarılmış kartonların üzerine yapılan resimler arasındaki uzun mesafe bize insanın, insanlığın geldiği noktayı gösteriyor: Doğada yaşıyordun, boyaya para vermiyor, mağarayı kiralamıyor, resmini satmıyordun; bedeninle yaşıyor, yapıyor, mücadele ediyordun. şimdi yaşamıyor, tüketiyorsun, tüketiliyorsun ve bir fiyatın olduğu kesin. Peki sanat kaç para?/Archive/2021/1/26/001312726-ic4.jpgSanat Kaç Para? Behçet Safa’nın Ferit Edgü’ye yazdığı anlatı için uygun bir başlık bu. Sefaletten erken yaşta ölen, resimlerini satmayı pek umursamayan, istese bile satamayan, ölmüş bohem ressamların resimlerinin milyonlarla alınıp satıldığı günümüzde yerinde bir soru soruyor Behçet Safa.Uzun süren bir parasızlık ve umursamazlığa rağmen resim yapmayı sürdürmek için gereken motivasyon ne olabilir? Şahsiyetinizden ötürü sizi seven dostlarınız varsa tüm dünyayla savaşabilirsiniz, demişti bir dostum.Behçet Safa ile Ferit Edgü arasındaki ilişki bu türden bir dostluk. İki sanatçının birbirlerine duyduğu inanç paha biçilecek bir şey değil ve göründüğü kadarıyla ikisi de bu türden fiyatlandırılamayan bir servete sahip olmanın memnuniyetini hissetmiş.Behçet Safa’nın herhangi bir okuyucuya değil de doğrudan Ferit Edgü’ye yazmasının anlamlı tarafı şu: Bir yazar olmadığının farkında ressam, bunu dile getiriyor açıkça ama lükse bakın ki yazısının okuyucusunu kendi seçiyor ve seçtiği kişi sadece bir ressam değil, plastik sanatları bilen ve günümüzün yaşayan en önemli edebiyat adamlarından biri. Okuyucusunu seçme lüksüne sahip bir ressamın resimlerini ve yazdıklarını merak etmez misiniz?İlk kitabı 84 yaşında öldükten bir yıl sonra basılan ressam Behçet Safa’nın metne eşlik eden, Açlıktan Ölen İki Paralık Sanatçılar İçin Hatıra Pulları adlı resimlerini, cümleleriyle birlikte görmek gerek. Kendinizi Ferit Edgü’nün yerine koyarak okuyun.Sanat Kaç Para? - Safa’dan Ferit Edgü’ye / Editör: Burak Fidan / Raskol’un Baltası / 104 s. İsmail PelitLondra sokaklarında‘büyülü’bir polisiye
Londra sokaklarında ‘büyülü’ bir polisiye Ben Aaronovitch’in fantastik polisiye serisinin bu ilk kitabında, Londra nefes alıp veren başlı başına bir karakter gibi. Polis Memuru Grant kolaylıkla sevilebilen bir karakter, esprili, akıllı, kendine has birkaç numaraya sahip ve elbette hatalara da. /Archive/2021/1/26/000812323-ic1.jpg Ya büyü gerçekten var olsaydı? Ya insanları öcülere, gulyabanilere, kötücül ruhlara karşı korumak için gizli bir topluluk tarafından kontrol ediliyor olsaydı? Buraya kadar her şey kulağa tanıdık geliyor değil mi, Harry Potter, Jonathan Strange ve Bay Norrell... Fakat Ben Aaoronovitch’in yaptığı farklı bir şey var, bütün bunları alıp hikâyesini nefes kesen bir polisiyeye dönüştürmek için kullanmak.Peter Grant, deneme süresinin sonuna gelmiş, dikkati oldukça dağınık bir polis memuruydu ve Vaka Takip Birimi’ne diğer gerçek polislerin evrak işlerini yapmak için atanmak üzereydi, ta ki bir gece bir hayalet ile olay mahallinde yaptığı kısa bir sohbet kaderini değiştirene kadar.Olay yerine tekrar giderek aynı hayaleti, görgü tanığını bulmaya çalışırken karşılaştığı polis müfettişine gerçeği söylediğinde kendisini Thomas Nightingale’ın elli sene sonra ilk kez kabul ettiği büyücü çırağı olarak bulur ve bu noktadan sonra Peter Grant’in başı büyüden ve beladan kurtulmuyor, Londra gecelerinin kargaşası hiç bitmiyor./Archive/2021/1/26/000827838-ic2.jpgOLDUKÇA İNGİLİZ VE SIRA DIŞI!Ben Aaronovitch’in uzun soluklu fantastik polisiye serisinin ilk kitabı Londra Nehirleri oldukça İngiliz, fakat onu asıl eğlenceli ve sıra dışı yapan özelliklerden biri de tam olarak bu aslında. Jim Butcher’ın Dresden Dosyaları’ndaki Chicago’nun aksine, tüm o büyülerin, hayaletlerin, gulyabanilerin arasında oldukça detaylı ve gerçekçi bir dünya kurulmuş, âdeta Londra sokaklarında dolaşıyor gibi hissediyorsunuz, adeta Londra nefes alıp veren başlı başına bir karakter gibi. Polis Memuru Grant kolaylıkla sevilebilen bir karakter, esprili, akıllı, kendine has birkaç numaraya sahip ve elbette hatalara da.Nightingale, Grant’in hemen en temel büyüler ve Londra’da aralarında yaşayan doğaüstü güçlerle ilgili bir eğitime alıyor, fakat bu süreç hikâyenin okuru yoracak kadar yavaşlamasına pek fırsat tanımıyor ve Peter Grant, ardı ardına gelen iki büyük olaya balıklama dalıyor denebilir./Archive/2021/1/26/000845447-ic3.jpgDOĞAÜSTÜ VE OLAĞANÜSTÜ TEMPO!Bu noktada aklımıza takılan tek soru, dikkati dağınık polis memuru Peter Grant’in ve geri kalan tüm polis teşkilatının bu doğaüstü yaratıkların varlığını ve yaşanan bazı oldukça dehşet verici olayları bu denli kolay kabullenmiş olması, hissedilebilir duygu yoğunluğunun eksikliği.Bununla birlikte Londra Nehirleri’nin temposunu, yaratıcılığını ve farklılığını göz ardı etmek mümkün değil. Her yeni sayfayla birlikte bu gizemli dünyayı öğrenmeye, anlamaya daha hevesli hale geliyor, bu büyülü şehrin sokaklarında biraz daha vakit geçirmek istiyor, başka neler olabileceğini görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Ne de olsa bu şehrin büyülü olduğunu inkâr etmek artık neredeyse imkânsız. Hele de Londra’ya gitme fırsatınız olduysa, bahsedilen yerlerin yeniden gözlerinizin önünde belirmemesi mümkün değil, ayrı bir keyif alacağınız şüphesiz.Londra Nehirleri / Ben Aaronovitch / Çeviren: Aslı Dağlı / Epsilon Yayınevi / 372 s. Nil DoğaKorkunun ve dehşetin romanı
Korkunun ve dehşetin romanı Josh Malerman, Malorie - Bir Kafes Romanı'nda, insanların delirmesine sebep olan yaratıkların doldurduğu bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir anneyle iki çocuğunun macerasını anlatıyor. /Archive/2021/1/26/000433761-ic1.jpgJosh Malerman’ın Malorie - Bir Kafes Romanı, insanların delirmesine sebep olan yaratıkların doldurduğu bir dünyada hayatta kalmaya çalışan bir anneyle iki çocuğunun macerasını anlatıyor.Tekinsizlik kişinin kendini bir dehşet hâli içerisinde bulması ve kontrol kaybı yaşamasıdır. Dehşet ise insanın hazırlıksız bir durumda ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya gelmesidir. Öte yandan kaygı, bilinmeyen tehlikeye karşı tedbir almak, zihni sürekli bununla meşgul etmektir. Korku ise bir bilinen gerektirir.Josh Malerman’ın Netflix filmi Bird Box’a ilham veren Malorie - Bir Kafes Romanı isimli kitabı bu kavramlarla örülü bir metin olarak karşımıza çıkıyor. Zira bir gün dünyaya birtakım gizemli yaratıklar gelmiştir ve onlara bakıldığı takdirde insanlar en büyük korkularıyla yüzleşerek akıllarını yitirmektedirler. Hatta delirmek için onlarla temas etmenin yeterli olacağını düşünenler de vardır.Bu delilik haliyse insanların hem kendilerini hem de birbirlerini öldürmelerine sebep olur. Bu yüzden, Tom ve Olympia isimli iki ergen çocuğuyla sürekli gözbağıyla dolaşmak zorundadır Malorie. Hatta uzun kollu kıyafetler giyerler ve eldiven takarlar.DEHŞETLİ BİR TEKİNSİZLİK!Bu tekinsizlik ortamında dehşete düşerek kontrolünü kaybettiği için kontrolcü bir anneye dönüşmüş hatta yer yer paranoyaya kapılmıştır. Oysa Freud, Jung, Lacan gibi psikanalistler paranoya, hezeyan, halüsinasyon, şizofreni gibi durumların bir delilik hâli değil, aksine zihnin kendini savunma mekanizması olan ikinci semptomlar olduklarını belirtir.Malorie’nin zihnini kaygı (anksiyete) kuşatmıştır çünkü yaratıklar bilinmeyendir. Ayrıca korku içerisindedir çünkü onu sürekli takip eden, bilinen bir düşmanı da vardır: Gary. Dehşet ise her taraftadır.Ancak bir gün, yaratıkların içeri sızacağı tek bir boşluğun dahi olmadığı, her tarafın örtüldüğü bir kulübede Kamp Yadin’de sürdükleri güvenli hayatları kapılarına gelen bir yabancıyla değişir. Yabancı, onlara nüfus idaresinden geldiğini aklını yitirmeyen insanları kaydettiğini ve yaratıklarla ilgili duyduğu, gördüğü her bilgiyi not alarak bir külliyat oluşturduğunu söyler.Kuzeye giden bir “kör tren”den bahseder. Kaygı ve korku içerisindeki Malorie bu yabancı adamı içeri almaz fakat adam kâğıtları yine de kapının önüne bırakır. Bu kâğıtları Tom ve Olympia okur:“Tüm teorilerden haberdardı. Annesinin de aralarında olduğu çoğu kişi, yaratıkların insan algısının ötesinde olduğuna inanıyordu. Onlardan birine bakmanın boşluğa, sonsuzluğa ya da Tanrı’nın cemaline bakmaktan farksız olduğuna.”Notlardaki pek çok bilginin içinde yaşayan insanların arasında Malorie’nin anne ve babası da vardır. Annesinin ve babasının yaşadığını öğrenmenin verdiği duygusal etkiyle Malorie, çocuklarıyla birlikte kör trene gitmeye karar verir.../Archive/2021/1/26/000525979-kapakic3.jpgMALORIE VE PARANOYA!Romanın başlıca karakterlerine gelirsek; Malorie’nin ruh hâlini yinelenen bir motif olarak karşımıza çıkan şu cümle en iyi şekilde anlatıyor: “İçeride birisi varsa az sonra bıçaklanacak.”Malorie, bir kulübeyi kolaçan ederken yahut bir tehlikeyle karşı karşıya geldiğinde hep bu cümleyi söyler, paranoya içerisindedir. Oğlu Tom, adını aldığı Büyük Tom gibi sürekli icatlarla uğraşmaktayken, yaratıklara bakmanın, onları bulmanın bir yolunu aramaktayken Olympia ise gizli gizli kitap okumaktan haz alır.Trenden indikten sonra üçünün hayatı da değişecek, Olympia’nın sırrı da ortaya çıkacaktır. Malorie’nin zihninden hiç çıkmayan, görme engelli olmasına rağmen deliren Annette de okurun merakını kamçılar. Yaratıkları görmemesine rağmen nasıl delirmiştir?.. Annette bir semboldür fakat umudu mu yoksa umutsuzluğu mu temsil ettiğini okur kitabın son bölümünde anlayacaktır:“Kör olmasına rağmen aklını kaçıran Annette’i düşündü. Evet, eski usul delirmiş de olabilirdi. Fakat Malorie o yaratıkların saçtığı deliliğin nasıl göründüğünü bilirdi. Annette öylece tozutmuş değildi. Hele ki göremediği de düşünüldüğünde… acaba ne olmuştu?” /Archive/2021/1/26/000501214-ic2.jpgZİHNİN SINIRLARINDAKitabın kurgusu da içinde barındırdığı korku, kaygı ve dehşet kavramlarına uygun düşen yüksek bir tempoyla ilerliyor. Nitekim betimleme pek yok romanda, sürekli olaylar var ki tempo bir an için bile olsa düşmüyor. Bu da kitabı okur için tek solukta okunacak kitaplardan biri yapıyor.Öte yandan insan zihninin sınırlarında dolaşan bir roman Malorie - Bir Kafes Romanı. Delilik olarak adlandırılan psikozun sebebi insanın en büyük korkularıyla yüzleşmesi olarak belirtiliyor.İnsan, büyük bir korkuyla karşı karşıya kaldığında bir travma geçirir ve bu denli büyük bir travmaya sebep olan yaratıkların neden dünyada oldukları bilinmez. İşte bu karşılaşma hâli okuru sorgulatır.Malorie’nin çocuklarına ısrarla gözbağlarını takmalarını tembih etmesi modern bireyin de hayatında pek çok gözbağı taktığını, travmalarıyla yüzleşmekten kaçtığını, bu yüzden de ona rahatsızlık veren bu travmaları bir türlü iyileştiremediğini, sürekli “mış gibi yapma” hâli içerisinde bulunduğunu gözler önüne serer:“Körler okulundaki diğer insanların iddia ettiği kadar sert ve oğlunun bir öfke patlaması esnasında yüzüne vurduğu gibi kısmen paranoyak olmasına rağmen, var oluşuna eşlik eden karanlıkta yaratıklara, kamplara, yaşama ve ölüme yer yokmuş gibi davranmakta da epey hünerliydi.”Malorie - Bir Kafes Romanı / Josh Malerman / Çeviren: Aslı Dağlı / İthaki Yayınları / 336 s. Metin YetkinAnti-yıldız Adile!
Anti-yıldız Adile! Geleneksel yıldız yaratma mekanizmalarının dışından gelmesi, soydan sanatçı olması, fiziksel olarak yıldız ölçütlerine uzaklığı, özel yaşamının magazin basınına kapalı oluşu, baskın kültürün dışında duran çoklu etnik kimliği, sınıflar üstü olarak tanımlanabilecek insanlık sevgisi onu unutulmaz kıldı. /Archive/2021/1/26/000017655-ic1.jpg - Oyuncu - Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit’i severek, merak ederek okudum ve okurken gerek Türk tiyatrosu, gerek Türk sineması hakkında çok şey öğrendim. İyi ki yazdınız bu kitabı. 1987’de aramızdan ayrılmasına rağmen, Adile Naşit’in hayatı hakkında bütünleyici bir bilgi yok. Bu bağlamda da kitabınız büyük bir kaynak rolünü üstlenmekte. Bu kitabı yazarken ne tür sıkıntılarla karşılaştınız?Sanırım yaşadığım en büyük zorluk, Adile Naşit’in değerli anısına bağlılıktan kaynaklı eksikliğe düşme endişesiydi. Bu endişe, beni başından beri titiz bir araştırmaya yöneltti. Hatırasına zarar vermekten, halel getirmekten korkarak çalıştım hep. Ama bir kez çalışmaya başlayınca da ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım.Adile Naşit, seyirci tarafından çok sevilmesine rağmen, sinema tarihinde hakkı teslim edilmemiş bir değer. Hakkındaki bilgiler bölük pörçük. Bu anlamda Adile Naşit’in kim olduğu sorusuna sinema cephesinden bütünlüklü bir cevap verebilmeyi önemsedim.- “Anti-Yıldız; pırıltılı, ışıltılı, çok güzel etkileyici ama genel kabul gören ‘yıldızlar’dan farklı bir yıldızdır,” diyorsunuz. Kitapta “Anti-Yıldız”ı anlatma çabası öne çıkıyor. Adile Naşit için Anti-Yıldız tanımlamasını kullanmanızın sebebi nedir?Adile Naşit, Yeşilçam dönemine damgasını vuran yıldızlar kadar, hatta onlardan daha fazla sevilen bir sanatçı. Bilinen yıldız kalıplarının dışında, bu nedenle o ölçütlerle Adile Naşit gerçekliğini tanımlamak mümkün değil. O zaman Adile Naşit’in norm dışı pratiğini nasıl tanımlamak gerekir? Bu soruya ben “anti-yıldız” kavramını geliştirerek cevap vermeye çalıştım.O, bir yıldız değil, anti-yıldız olabilirdi ancak. Geleneksel yıldız yaratma mekanizmalarının dışından gelmesi ve soydan sanatçı olması, fiziksel olarak yıldız ölçütlerine uzaklığı, özel yaşamının magazin basınına kapalı oluşu, baskın kültürün dışında duran çoklu etnik kimliği, sınıflar üstü olarak tanımlanabilecek insanlık sevgisi, yardımcı rollerde baş kadın oyuncu olarak Altın Portakal ödülünü alması, seyirciyle kurduğu özel bağ gibi önemli ölçütler onu anti-yıldız olarak tanımlamayı gerektirdi.Sanırım yakıştı da. Ona karşı toplum ve seyirci olarak hissettiğimiz şeyi tanımlamaya yardımcı oldu “anti-yıldız” kavramı./Archive/2021/1/26/000036967-kapakic2.jpgANNESİ AMELYA HANIM- Kitabınızda çok bilgi var, bu bilgilerden biri de Naşit Bey’in gölgesinde kalan eşi Amelya Hanım’la ilgili. Bize Adile Naşit’in annesi Amelya Hanım’dan biraz bahseder misiniz?Adile Naşit’in annesi Amelya Hanım, ünlü kantocu Küçük Verjin’in kızı. O da annesi gibi, dönemin ünlü kantocu ve düettocuları arasında sayılıyor. Amelya Hanım, Naşit Bey ile sahne alıyor ve aralarında kısa sürede bir aşk ilişkisi başlıyor.Naşit Bey’in, ilk eşi Leman Hanım’dan boşanmasının ardından 1926 yılında evlenen çiftin iki çocuğu oluyor; Selim ve Adile. Sahneye zaman zaman erkek kılığıyla çıkan Amelya, kantolarının yanında, eşiyle birlikte rol aldığı “Aile Saadeti” gibi oyunlarla da ün kazanıyor.Tiyatronun iflası ve Naşit Özcan’ın ölümü sonrasında Amelya Hanım Galata’daki lokantalara meze hazırlayarak yaşamını sürdürmeye ve çocuklarını büyütmeye çalışıyor. Amelya Hanım’ın, evlendiğinde Emel adını aldığını biliyoruz.Gerçek adını ve kimliğini gizleme, etnik kökeninden dolayı asimilasyon ve baskıya uğrayan toplulukların sık başvurdukları bir kendini koruma metodu. Baskın kimliğe zorla ya da gönüllüce iltihak etme durumu, gizlenerek gelecek tehlikeleri savuşturma ve güvende olma ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Amelya Hanım’ın Emel oluşu, gerçek adıyla bu evlilikte var olamaması, sadece kişisel bir tercih olarak değerlendirilemez.Örnekleri çokça görüldüğü üzere, isim ve din değiştirme, Türk bir erkekle evlenmenin adeta temel şartı durumunda. Bir insanın, anne babasının verdiği ismini kullanamaması kuşkusuz en ağır psikolojik travmalardan biri. Belirttiğiniz gibi Amelya Hanım hakkında Naşit Bey ya da annesi Verjin Hanım kadar bilgiye rastlayamıyoruz. Bu durumu, dönemin efsane sanatçısı olan eşi Naşit Bey’in gölgesinde kalmış olması ya da daha da önemlisi kadın olmasıyla bağlantılı olarak açıklamak tabi ki mümkün./Archive/2021/1/26/000052201-kapak-.jpgYOKUŞ YUKARI İSTANBUL- Her yazarın bir yolculuğu vardır, bu aynı zamanda o yazarın okuma bilincini gösterir. Yokuş Yukarı İstanbul kitabınızdaki öyküler İstanbul’da geçiyor. İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan yaşlıların, hastaların, işsizlerin, işçilerin, mahkûmların kısacası ötekileştirilmiş insanların öyküleri. Sizce öykünün bir coğrafyası var mıdır?Öykünün coğrafyası insandır ama insanı da yaşadığı topraklar, etrafında olup bitenler ve genel olarak hayat dediğimiz süreç şekillendirir. Ben İstanbul’da doğdum büyüdüm. Benim İstanbul’um Kandilli, Anadolu Hisarı, Küçüksu, Çengelköy, Beykoz’du. Boğaz’da doğdum, büyüdüm. Hâlâ buralarda yaşıyorum.Denize tutkun olduğumu sanırdım, otuz beşimde Boğaz’a tutkun olduğumu fark ettim. Hep mahallede, bahçeli evlerde yaşadım, böyle bir şansım oldu. Hâlâ Beykoz’da bir mahallede yaşıyorum. Hayatım mücadele ederek geçti. Mücadele eden insanları tanıdım, sevdim, düşe kalka mücadelenin bir yerinde olmaya çalıştık.Dolayısıyla bahsettiğiniz kitapta öykülerim İstanbul’u olduğu kadar, İstanbul’u İstanbul edenleri anlatır çoğunlukla. Onlarsız bir İstanbul kimliksiz, kişiliksiz, köksüz bir şehirdir sadece.- Toplumcu gerçekçi öykücülerin giderek bireyselciliğe kaymasını nasıl karşılıyorsunuz?Edebi eğilim ve akımları süreçlerin belirlediğini düşünüyorum. Toplumsal gerçeklikler, dönem itibariyle yaşananlar, öykünün, romanın, şiirin içeriğini, formunu, biçimini belirliyor. Yoksa kimse herhangi bir eğilimden yana tercih yapmıyor aslında.Örneğin bir dönem önce distopik olarak kabul edilebilecek olayları bugün gerçek olarak yaşıyorsak, distopya gerçeğe yakınlaşır, gerçek daha sert, çıplak hale gelir, melodramların alıcısı daha bol olur, nostaliye de sığınabilir insanlar. Bütün bunlar ihtiyaçtan…Yazar ya da aydın kimliğiyle, topluma ve yaşadığı çağa karşı kendini sorumlu hisseden insan ise, olan biteni bir adım önce görmeye, göstermeye çalışır. Baskının yoğun olduğu dönemlerde uyarıcı, sorgulayıcı metinler öne çıkabileceği gibi, bireyselliği öne çıkaran, içe dönük, kapalı metinler de çıkabilir. Bu doğaldır; madalyonun iki yüzü gibi. Sonuçta yazan topluma karşı sorumludur ama öte yandan yazmak bireysel bir eylemdir, kişiseldir.Oyuncu - Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit’ / Sibel Öz / İletişim Yayınları / 256 s. / 2020.Yokuş Yukarı İstanbul / Sibel Öz / Nota Bene Yayınları / 112 s. Göksu N. ÇakırRasim Ozan Kütahyalı'nın sözlerine Galatasaray taraftarlarından sert tepki
Rasim Ozan Kütahyalı'nın sözlerine Galatasaray taraftarlarından sert tepki Beyaz TV’de spor yorumculuğu yapan Rasim Ozan Kütahyalı ile Galatasaray’ın taraftar grubu UltrAslan arasında tartışma çıktı. Kütahyalı, ''Galatasaray yönetimine yalakalık yapmak Galatasaray taraftarlığı değildir. Fatih Terim’in yanında durun'' ifadelerini kullandı. Kütahyalı'ya yanıt veren UltrAslan grubu ''FETÖ artığı'' diyerek sert cevap verdi. UltrAslan son yaptığı açıklamalarda Fatih Terim’in isteğinin aksine, takıma Başakşehir’den transfer yapılmaması gerektiğini dile getirmişti. Bu durum da ultrAslan’ın Fatih Terim’e karşı olduğu yorumlarının yapılmasına neden olmuştu.Rasim Ozan Kütahyalı da bu tartışmaya değinerek, son çıktığı programda, “Galatasaray yönetimine yalakalık yapmak Galatasaray taraftarlığı değildir. Fatih Terim’in yanında durun. Galatasaray’ın maddi kaynak bulup adam gibi transferler yapmasının yanında durun” ifadelerini kullandı.ROK’a ultrAslan’dan çok sert tepki geldi. Kütahyalı’nın Boşnaklara yönelik belden aşağı ırkçılık içeren sözlerini hatırlatan taraftar grubu, “Adı Beyaz gibi görünse de, içeriğinde şaklabanların olduğu TV'den defalarca kovulup, defalarca yalayarak kendini yorumculuğa getirten Yalı Sever FETÖ artığının şimdide Yalı Çocuğunu yalamaya başlaması bizleri şaşırtmadı...” ifadelerini kullandı. cumhuriyet.com.trChelsea teknik diretörüLampard ile yollarınıayırdıen güçlüaday Thomas Tuchel
Chelsea teknik diretörü Lampard ile yollarını ayırdı en güçlü aday Thomas Tuchel Chelsea Menajeri Frank Lampard görevden alındı. Lampard'ın yerine göreve Paris Saint-Germain'in eski teknik direktörü Thomas Tuchel'in getirilebileceği bildiriliyor. İngiltere Premier Ligi'nde oynadığı son sekiz maçın beşini kaybeden Chelsea, Menajer Frank Lampard'ın görevine son verdi. Lampard'ın yerine göreve Paris Saint-Germain'in eski teknik direktörü Thomas Tuchel'in getirilebileceği bildiriliyor.Chelsea, 42 yaşındaki eski futbolcusu Frank Lampard yönetiminde Premier Lig'de dokuzuncu sıraya gerilemişti.Kulübün sahibi Roman Abromoviç tarafından yapılan açıklamada, "Bu hem Frank ile olan mükemmel kişisel ilişkimden hem de kendisine çok büyük saygı duyduğum için zor bir karardı. Frank şahsiyetli ve çok yüksek çalışma ahlâkı olan biriydi. Ancak bu koşullarda en iyisi menajeri değiştirmek" dedi.Chelsea halen Premier Lig'de lider Manchester United'ın 11 puan gerisinde.Mavi Beyazlılar, Lampard yönetimindeki son maçında, Federasyon Kupası'nda Luton Town'u 3-1 yenerek turu geçmişti.TRANSFERDE 220 MILYON STERLIN HARCADIFrank Lampard 2019'da Chelsea'yle üç yıllık sözleşme imzaladı.Chelsea, Lampard yönetiminde ilk sezonunda transfer yasağına karşın Federasyon Kupası'nda final oynadı, ligi de dördüncü sırada bitirerek Şampiyonlar Ligi'ne katılma hakkı kazandı.Chelsea sezon başında Ben Chillwell, Kai Havertz ve Timo Werner'in de aralarında bulunduğu yeni transferler için 220 milyon sterlin harcamasına karşın, istenen sonuçları alamadı.TUCHEL, PSG'YI ŞAMPIYONLAR LIGI'NDE FINALE ÇIKARMIŞTIChelsea'de menajerlik için adı geçen Alman teknik direktör Tuchel ise Paris Saint-Germain'i geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi'nde finale çıkarmıştı.47 yaşındaki Tuchel bu başarısından beş ay sonra görevden alınmış ve yerine erski Tottenham Menajeri Mauricio Pochettino getirilmişti.Tuchel ise PSG'den önce, Borussia Dortmund, Mains ve Augsburg takımlarını çalıştırmıştı. cumhuriyet.com.tr