News - Haberler
Babacan ve Kılıçdaroğlu ortak basın toplantısıdüzenliyor
Babacan ve Kılıçdaroğlu ortak basın toplantısı düzenliyor Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ortak basın toplantısı düzenliyor. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, CHP Genel Merkezi'nde yaptıkları görüşmenin ardından ortak açıklamada bulunuyor. cumhuriyet.com.trAnne ve babasınısiyanürle zehirleyen zanlıhakkındaki karar açıklandı
Anne ve babasını siyanürle zehirleyen zanlı hakkındaki karar açıklandı İzmir'de siyanürlü suyu içirdiği anne ve babasını öldürdüğü, kardeşinin de yaralanmasına neden olduğu suçlamasıyla yargılanan Mahmut Can Kalkan'a 2 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 10 yıl 10 ay hapis cezası verildi. AYRINTILAR GELECEK.... AASavaştılar, kadınlığıunutmadılar!
Savaştılar, kadınlığı unutmadılar! Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor Aleksiyeviç. /Archive/2021/1/28/120832543-2-.jpg Günay Çetao Kızılırmak’ın dilimize çevirdiği, Kafka Kitap tarafından yayımlanan Kadın Yok Savaşın Yüzünde, 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in, II. Dünya Savaşı’nın kadınlar ‘cephesinde’ nasıl yaşandığını belgeleyen güçlü bir sözlü tarih çalışması. Aleksiyeviç uzun bireysel monologları farklı seslerin duyulduğu bir kolaja dönüştüren özgün bir dokümanter tarzıyla yazıyor. Tarihin gelmiş geçmiş en kanlı savaşını vererek faşizmin yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan ve bu uğurda en az yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’de kadınların - kadın piyadelerin, sıhhiyecilerin, keskin nişancıların, çamaşırcıların, kadın cerrahların, pilotların, keşif erlerinin, partizanların - Nazi işgaline karşı nasıl bir mücadele verdiklerini, böylesi bir savaşta kadın olmanın zorluklarını nasıl deneyimlediklerini Sovyet ülkesinin dört bir yanından bir araya getirdiği tanıklıklarla belgeliyor.NEDİR ASLIMIZ?“Bugün birçok kişi, özellikle de gençler Hitler’i tek başına Amerika’nın yendiğini zannediyor. Sovyet insanlarının zafer için ödediği bedel - dört yıl içinde yirmi milyon insan hayatı - pek az biliniyor.” diyen Vasilyeviç; kitabı yazmasının asıl nedenini, “Nedir bizim aslımız, neden yapılmışız, hangi maddeden? Ne derece sağlam bir madde bu, anlamak istiyorum.” sözleriyle açıklıyor.“Kadınlar tarihte ilk ne zaman orduya katıldı?” sorusunun yanıtıyla başlıyor okuma. Öğreniyoruz ki; milattan önce IV. yüzyılda Atina ve Sparta’da Yunan ordularında kadınlar da savaşmış ve daha sonra Makedonyalı İskender’in seferlerine katılmışlar.Rus tarihçi Nikolay Karamzin’in verdiği bilgilerde de şu saptamalar yer alıyor: “Slav kadınları, bazen babaları ve eşleriyle savaşa gider, ölüm korkusu nedir bilmezlerdi. Sözgelişi, 626 yılı Konstantinopolis işgali sırasında Yunanlar, öldürülen Slavların arasında birçok kadın cesedine rastlamıştı. Analar çocuklarını savaşçı olmaya hazırlardı.”Yeniçağda ise ilk olarak İngiltere’de 1560-1650 yıllarında kadın askerlerin görev yaptığı hastaneler kurulmaya başlanıyor./Archive/2021/1/28/120907605-1-.jpgMİLYONLARCA KADIN SAVAŞTI, SAVAŞIYOR!20’inci yüzyılda ne gibi gelişmeler olduğuna gelince; yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’de kadınları Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne kabul etmeye başlıyor; 100 bin kişiden oluşan Yardımcı Kraliyet Kolordusu ve Motorlu Taşıtlar Kadın Lejyonu kuruluyor. Rusya, Almanya ve Fransa’da da askeri hastane ve sıhhiye trenlerinde birçok kadın görev almaya başlıyor.İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde kadınlar artık dünyanın birçok ülkesinde çeşitli askeri birliklerde hizmet veriyor: İngiliz ordusunda 225 bin, Amerikan ordusunda 450-500 bin, Alman ordusunda 500 bin kadın yer alıyor. Sovyet Ordusu’nda bir milyon kadar kadın savaşıyor.“Savaşa ilişkin bir kitap daha… Peki ne için?” diye uzun süre bu kitapta tam olarak neyi anlatacağını sıklıkla sorgulamış Aleaksiyeviç. Sayısız savaş ve hepsi hakkında sayısız kitap yazılmıştır fakat... Fakat! Yazanlar ve hikâyelere konu olanlar hep erkeklerdir.Bir zamanlar bütünüyle erkeklere ait olan dünyada kendilerine yer edinip bu yeri sahiplenmesini bilen kadınların neden tarihlerine, kendi sözcüklerine, kendi duygularına sahip çıkamadığını, neden kendilerine inanmadıklarının ardını deşiyor. Kadınların meçhul kalmış savaşını, o savaşın tarihini, kadınların hikâyesini. Ta cepheden, en içeriden yazmaya karar veriyor./Archive/2021/1/28/120921964-3-.jpgSAVAŞI HEP ERKEK SESİNDEN DİNLEMİŞİZFark ediyor ki savaş hakkında bildiğimiz her şeyi “erkek sesinden” dinlemişiz. Savaşın sadece kendisinin değil hepimizin meçhulü olduğunu vurguluyor Aleksiyeviç. Savaşa ilişkin “erkek” tasavvurlarının ve “erkek” duyumlarının mahkûmu olmuşuz. “Erkek” sözlerinin. Kadınlar mı? Susmuş(!).Diyor ki: “Benim dışımda kimseler meselâ ninemi konuşturmamış. Annemi... Cepheyi görenler bile susuyor. Ezkaza hatıralarından söz açtılar diyelim, “kadınların” değil “erkeklerin” savaşını anlatıyorlar. Kanona uyuyorlar.”(…)Yine diyor ki: “Bir aileyle görüşmüştüm… Karıkoca savaşa katılmışlar. Cephede tanışıp evlenmişler: Düğünlerini siperde yapmışla muharebeden önce. Beyaz elbisesini Alman paraşütünden elleriyle dikmiş. Adam nişancı, kadın karısı irtibat eriydi. Adam karısını derhal mutfağa yolladı, ‘Hadi bir şeyler hazırla bize,’ diyerek. Çay kaynamış, sandviçler hazırlanmıştı; fakat kadının oturmasıyla kocasının onu tekrar kaldırması bir oldu: ‘Çilek nerede? Yazlıktan getirdiğimiz tatlı nerede?’ Israrlı ricalarım sonucunda, ‘Sana öğrettiğim gibi anlat, ağlamadan, öyle kadınsı ıvır zıvırlara girmeden: Güzel olmak istiyordum da, saçımı keserlerken ağladıydım da…’ diyerek isteksizce verdi adam karısına yerini. Kadın bana sonradan fısıltıyla itiraf etti: ‘Bütün gece beni Büyük Anayurt Savaşı Tarihi kitabına çalıştırdı. Korktu benim adıma. Şimdi de yanlış bir şey hatırlarım diye endişeleniyor. Lüzumsuz bir şey hatırlarım diye.’ Böyle durumlara bir kere değil, birçok evde rastladım. Evet, çok ağlıyor, bağırıyor, ben gittikten sonra kalp ilaçları alıyor, ambulans çağırıyorlar. Yine de ‘Gel,’ diyorlar bana. ‘Muhakkak gel. O kadar uzun süre sustuk ki. Kırk yıl sustuk…’”/Archive/2021/1/28/120930589-4-.jpg- Valentina Pavlovna, uçaksavar topçusu: “Duygularımı anlamanı istiyorum… Nefret etmezsen ateş edemezsin. Savaş bu, av değil. Politika derslerinde bize İlya Ehrenburg’un “Öldür!” makalesini okuduklarını anımsıyorum. Yoluna kaç Alman çıktıysa o kadar Alman öldür. Meşhur makale, herkes okurdu o zamanlar, ezberlenirdi. Beni çok etkilemişti, savaş boyunca bu makaleyi çantamda taşımıştım, bir de babamın vefat kâğıdını… Ateş etmeli! İntikam almalıyım… Kısa süreli bir kursa gittim ateş etmeyi öğrendim. Böylece uçaksavar topçusu oldum. Beni Bin Üç Yüz Elli Yedinci Uçaksavar Alayına tayin ettiler. İlk zamanlar burnumdan ve kulaklarımdan kan geliyor, midem feci şekilde bulanıyordu… Geceleri o kadar değil ama gündüzleri çok korkuyordum. Savaştan sakat döndüm. Sırtıma bir mermi parçası denk geldi. Küçük bir yaraydı ama uzaktaki bir kürtünün içine fırlattı beni. Beni sıhhiye köpekleri bulmuş. Çıkardılar beni, askeri pelerinin üzerine yatırdılar, gocuğum olduğu gibi kana batmış… Fakat kimse ayaklarımı fark etmemiş…Altı ay hastanede yattım. Bacağımı diz üzerinden kesmek istediler çünkü kangren başlamıştı. Sakat yaşamak istemedim. Ne diye yaşayayım? Kim ne yapsın beni? Ne babam var ne annem. Hayatta bir yük... Kendimi asmaya karar verdim… Hastabakıcıdan küçük havlumu büyüğüyle değiştirmesini rica ettim… Bacağımı kesmediler. İki ay sonra yürüyordum. Tabii koltuk değnekleriyle. Hastaneden sonra istirahat etmem gerektiğini söylediler. Ne istirahatı? Nereye gideceğim? Kime? Birliğime, topumun başına döndüm. Partiye girdim orada. On dokuz yaşımda… Zafer Günü’nü Doğu Prusya’da karşıladım. Biz on sekiz-yirmi yaşlarımızda cepheye gittik, döndüğümüzde yaşlarımız yirmi-yirmi dört arasındaydı. İlkin sevindik, sonra korktuk: Sivil hayatta ne yapacağız? Barış koşullarında yaşama korkusu… Bu süre içinde kız arkadaşlarımız enstitüler bitirmişti, ya biz? Hiçbir işten anlamayız, uzmanlığımız yok. Tek bildiğimiz savaş, elimizden gelen tek şey savaşmak. Bir an önce savaştan kurtulmak istiyorduk. İlk kez elbise giydiğimde gözyaşlarına boğuldum. Yaralandığımı, beyin sarsıntısı geçirdiğimi kime söyleyebilirdim? İstersen söyle, kim seni işe alır, kim seninle evlenir? Sesimizi çıkarmıyorduk. Cephede savaştığımızı kimseye itiraf etmiyorduk. Onun dışında, kendi aramızda bağlantı halindeydik, yazışıyorduk. Sonradandır, otuz yıl sonradır bizi onurlandırmaya başlamaları… Etkinlik davetleri filan… İlk zamanlar köşemize sinmiştik, nişanlarımızı bile takmıyorduk. Erkekler takıyordu, kadınlar, hayır. Erkekler; galipler, kahramanlar, eş adayları, savaş onlarındı. Bizeyse tamamen farklı gözle bakılıyordu. Tamamen farklı… Şöyle söyleyeyim, zaferi bize yâr etmediler. Onu usulca sıradan kadın mutluluğuyla takas ettiler. Zaferi bizimle bölüşmediler. Ve bu inciticiydi… Anlaşılmazdı… Çünkü cephede erkekler bize mükemmel davranıyorlardı, hep koruyup kollayarak; barış zamanında kadınlara böyle davrandıklarını görmedim. Ordu çekilirken istirahat etmek için çıplak toprağın üzerine uzanırdık, kendileri gömlekleriyle kalır bize kaputlarını verirlerdi. Son peksimetlerini bölüşürlerdi. Savaşta iyilikten, yakınlıktan başka bir şey görmedik. Ya savaştan sonra? İyisi mi susayım… Hiç söylemeyeyim… Bize acımanıza gerek yok. Biz gururluyuz. İsterlerse tarihi on kere baştan yazsınlar. Stalin’le ya da Stalin’siz. Geriye kalacak olan şu: Biz kazandık! Ve bizim acılarımız. Bizim çektiklerimiz. Bunlar paçavra değil, kül değil. Bizim hayatımızdır. Başka sözüm yok…/Archive/2021/1/28/120945136-5-.jpgSAVAŞIN DEĞİL DUYGULARIN TARİHİÖncelediği savaş değil, savaştaki insan Aleksiyeviç’in. Savaşın tarihini değil, duyguların tarihini yazıyor. Ruhsal yaşamın izini sürüyor, ruhun notlarını tutuyor Aleksiyeviç. Ruhun yolu onun için olayın kendisinden önemli.Onu heyecanlandırdığı kadar korkutan soruları var: İnsan orada neler yaşadı? Hayata ve ölüme ve elbet kendine dair neyi görüp anladı? Ne de olsa duyguların, ruhun tarihini yazıyor Aleksiyeviç en başta. Savaşın ya da devletin tarihini, kahramanların yaşam öykülerini değil, sıradan yaşamın içinden muazzam bir olayın epik derinliğine iniyor. O, ‘büyük tarih’e fırlatılmış küçük insanın yaşamını yazıyor.NEDEN ELLERİNE SİLAH ALDILAR?Şunu soruyor: Bu kızlar nereden çıktılar? Neden bu kadar kalabalıktılar? Nasıl oldu da ellerine silah almaya cesaret ettiler? Ateş etmeye, mayın döşemeye, patlatmaya, bombalamaya, öldürmeye…Aynı soruyu daha on dokuzuncu yüzyılda Puşkin de, Napolyon ordularına karşı savaşmış kadın süvari Nadejda Durova’nın notlarından bir parçayı Sovremennik Dergisi’nde yayımlarken sormuş:“Köklü bir asilzade soyuna mensup genç bir kızı baba evini terk, cinsiyetini inkâr edip, erkekleri bile korkutan iş ve vazifeleri üstlenmeye ve Napolyon’a karşı muharebelere - hem de ne muharebelere! - iştirak etmeye zorlayan sebepler acaba nelerdi? Neydi onu teşvik eden? Gizli bir gönül yarası mı? Galeyana gelmiş muhayyilesi (hayal gücü) mi? Doğuştan gelen dizginlenemez bir iptila (tutku) mı? Aşk mı yoksa?”Evet ya, neydi? Yüz küsur yıl sonra yine aynı soruyu sormaktan mutlu değil ama soruyor Svetlana Aleksiyeviç.TRAVMATİK ERİL DÜNYANIN DİBİ!Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında hayrete şayan mesleklere sahip pek çok kadınla tanışmış: Sıhhiyeci, keskin nişancı, uçaksavar komutanı, istihkâmcı; oysa şimdi muhasebeci, laborant, rehber veya öğretmenler… Harikulade kadın anlatıcılara da rastlıyor öyle ki yaşamlarının kimi sahneleri klasiklerin en iyi sayfalarıyla yarışabilir!“Erkek” değil “kadın” savaşına ilişkin anlatıyı yakalamak için uzun, dolambaçlı yollardan gitmek gerektiğini fark etmiş. Nasıl çekilmişler, cephenin hangi mıntıkasında nasıl taarruza geçmişler? gibi… Kadınlar da Aleksiyeviç’i dikkatlice almışlar dünyalarına. O eril dünyanın dibinde, savaşın ne kadar mahrem ve travmatik bir deneyim olduğunu aldığı şu yanıtlarda daha iyi idrak etmiş yazar:/Archive/2021/1/28/121015823-7-.jpg- “Savaştan hemen sonra evlendim. Kocamın arkasına saklandım. Günlük hayatın, kundakların... Seve seve saklandım. Annem ‘Sus! Sus!! Bahsetme,’ derdi. Neticede vatani görevi- mi yerine getirdim ama yine de orada bulunmuş olmak beni üzüyor. Biliyor olmak… Sen daha küçücük kızsın. Sana kıyamıyorum…”- Bir keresinde bir kadın (pilot) benimle buluşmayı reddetmişti. Şöyle açıklamıştı telefonda itirazını: ‘Yapamam… Hatırlamak istemiyorum. Savaşta üç yılım geçti… O üç yıl boyunca kendimi kadın gibi hissetmedim. Bünyem donup kaldı. Âdetten kesildim, kadınsı arzularımı neredeyse tümden yitirdim. Güzeldim oysa… Müstakbel eşim bana evlenme teklif ettiğinde… Sonradan yani, Berlin’de, Reichstag’ın önünde… Şey demişti: ‘Savaş bitti. Şanslıymışız, hayatta kaldık. Evlen benimle.’ Ağlamak istemiştim. Bağırmak. Vurmak ona! Ne evlenmesi? Şimdi mi? Bütün bunların ortasında mı? Şu kara isin, kara kara tuğlaların ortasında… Baksana bana, ne haldeyim! Önce kadın kıl beni: Çiçek al, kur yap, güzel sözler söyle. Öyle istiyorum ki bunu! Öyle bekliyorum ki! Az kalsın vuracaktım ona… Vurmak istemiştim… Tek yanağı savaşta yanmıştı, kıpkırmızıydı; nasıl baktıysam, anlamış içimden geçeni, o yanağından yaşlar süzülüyor. Taze yaranın üstünden… Kendim de inanamadım söylediğime: ‘Tamam,’ dedim, ‘evlenelim.’ Kusura bakmayın… Yapamam…’”- “O zaman size her şeyi anlatamadım, devir başka devirdi. Birçok şeyi gizlemeye alışmıştık…”./Archive/2021/1/28/121026542-8-.jpg- “Hayır, hayır, yapamam. Oraya tekrar dönmek mi? Yapamam… Hâlâ savaş filmi izlemiyorum ben. O zamanlar küçük bir kızdım. Hayallerle hülyalarla büyüyordum. Birdenbire savaş patlak verdi. Sana da kıyamam… Çok ciddiyim… Gerçekten istiyor musun bunları bilmeyi? Kızımın yerine koyarak soruyorum… Neden ben peki? Eşimle konuşmalısın, o sever hatırlamayı. Komutanların, generallerin adlarını, bölüklerin numaralarını - her şeyi hatırlar. Ben öyle değilim. Ben sadece kendi başıma geleni anımsıyorum. Kendi savaşımı. Etrafta bir sürü insan da olsa yalnızsın çünkü insan ölüm karşısında hep yalnızdır. Feci bir yalnızlık hissi duyduğumu anımsıyorum.”- “Size tüm sırlarımı açamadım. Yakın zamana kadar bunları söylemek yasaktı ya da utanırdık…”.“Doktorlar korkunç bir teşhis koydu bana… Gerçeği olduğu gibi anlatmak istiyorum…”.- “Biz ihtiyarlar için hayat zor… Ama derdimiz, aldığımız o cüzi, onur kırıcı emeklilik maaşı değil. Daha ziyade, o büyük geçmişten dayanılmaz derecede ‘küçük şimdi’ye sürülüşümüz yaralıyor bizi. Artık kimse bizi okullara, müzelere konuşma yapmaya çağırmıyor, bize ihtiyaç kalmadı. Gazete yazılarında faşistler giderek daha asil, Kızıl Ordu askerleri gitgide daha canavar.”- “Gece uyanacak gibi oluyorum… Sanki biri… ağlıyor yanımda… Savaştayım… Çekiliyoruz. Smolensk’in dışında bir kadın bana el- bisesini getiriyor, üzerimi değiştirme fırsatı buluyorum. Yalnız yürüyorum… erkeklerin arasında. Demin üzerimde pantolon vardı, şimdi yazlık elbise. Birdenbire geldi… Aybaşı… Erken oldum, heyecandan herhalde. Kaygılardan, kırgınlıktan. Orada ne bulabilirsin? Rezil oldum! Nasıl utanıyorum! Çalı diplerinde, hendeklerde, ormanda kütüklerin üzerinde yatıyoruz. O kadar kalabalık ki ormanda herkese yatacak yer kalmıyor. Sersem, kandırılmış, artık kimselere inanmayarak yürüyoruz… Hava kuvvetlerimiz, tanklarımız nerede? Uçan, sürünen, gürleyen her şey Almanlara ait. Bu halde esir alındım. O da yetmez gibi, tutsak düşmemizden önceki gün iki ayağımı birden incitmiştim… Yattığım yerde altıma yapıyordum… Bilmem nereden derman buldum da geceleyin sürünerek ormana kaçtım. Tesadüfen partizanlar görüp aldı beni…”/Archive/2021/1/28/121043120-9-.jpgKADIN SAVAŞI ERKEK SAVAŞINDAN KORKUNÇ!Aleksiyeviç’e göre “kadın” savaşı “erkek” savaşından daha korkunç. Çünkü erkekler; tarihin, olayların ardına saklanıyor, savaş onları fikirlerin, çeşitli çıkarların faaliyeti ve çatışması olarak cezbediyor, kadınlarsa duyguların etkisinde. Erkekleri çocukluktan itibaren bir gün ateş etmeleri gerekebileceği fikrine hazırlıyorlar. Kadınlara bu öğretilmiyor… Bu yüzden olup bitenleri başka bir şekilde anımsıyorlar.Kadınların savaşının kokusu, rengi, gündelik ayrıntıları var kitabında. Şöyle yazıyor meselâ: “Bize verdikleri sırt çantalarından kendimize etekler diktik”; “askerlik şubesinin bir kapısından elbiseyle girdim, diğerinden pantolon ve asker gömleğiyle çıktım, saç örgümü kestiler, kafamda bir perçem kaldı…”; “Almanlar köyü ateşe verip gitti… Bir geldik, ezilmiş sarı kumların üzerinde bir çocuk ayakkabısı…”SAVAŞTA CESARET VE FİKİRDE CESARET!Kadınların Stalin konusuna temkinli ve nadiren girdiklerini belirtiyor Aleksiyeviç. Yalnız Stalin hipnozu ve korkusu değil, eski inançları yüzünden de hâlâ felçli gibi olduklarını söylüyor: “Bir zamanlar sevdiklerini sevmekten vazgeçemiyorlar. Savaşta cesaret, fikirde cesaret - iki ayrı şeymiş. Ben aynı sanırdım oysa”.İnsan doğasının derinlerine, karanlığına, bilinçaltına göz atmaya çalışıyor. Savaşın sırrında gezinirken dehşetengiz anılara hiç hazır değil elbette. Savaşın kadını erkeği yok onu anlıyor en azından savaşın ortasındayken böyle bu.Aleksiyeviç’in arşivinde en ilgisini çeken belgelerden biri, sansür heyetinin çıkardığı parçaları topladığı not defteri. Bir de sansürcüyle yaptığı konuşmalar… Kitabında arşivinden çıkardığı bazı sayfaları da paylaşıyor.: /Archive/2021/1/28/121100870-10-.jpg- “Düşman çemberinden sıyrılmaya çalışıyorduk… Nereye atılsak, her tarafta Almanlar. Sabahleyin mevzilerini yararak geçmeye karar verdik. Madem öleceğiz, onurumuzla ölelim, dedik. Savaşarak. Üç kız vardı aramızda. Gece, o işi yapabilen herkesin yanına uğramışlardı… Ta- bii herkesin mecali yoktu. Sinirler altüst, bilirsiniz işte. Öyle bir durumda… Herkes ölüme hazırlanıyordu… Sabaha birkaç kişi kurtulabilmişti… Çok az… Yedi kişi filan, oysa daha fazla değilse, elli kişi vardık. Makineli tüfekle taradı Almanlar… O kızları minnettarlıkla anıyorum. Sabahleyin yaşayanların arasında hiçbirini bulamadım… Bir daha da rastlamadım…”- “Biri bizi ele vermiş… Almanlar partizan müfrezesinin konaklayacağı yeri öğrenmiş. Ormanın çevresini ve tüm girişleri sarmışlar. Balta girmemiş bölgelerde saklanıyorduk, tenkil müfrezesinin uğramadığı bataklıklar koruyordu bizi. Bataklık, araçları da insanları da ölümüne içine çekiyordu. Günlerce, haftalarca boğazımıza kadar suyun içinde durduğumuz oluyordu. Aramızda bir kadın telsizci vardı, yakınlarda doğum yapmıştı. Çocuğu aç, meme ister ama annenin kendisi de aç, sütü gelmez, çocuk ağlar. Tenkilciler yakında… Köpekleri de cabası… Köpekler duyacak olursa hepimiz mahvoluruz. Bütün grup, otuz kişi… Anlıyorsunuz, değil mi?Komutan karar verdi… Kimse anneye emri iletmeye cesaret edemiyor ama kendisi de anlıyor zaten. Bebeğin kundağını suya bırakıp uzun süre tutuyor orada… Çocuk bağırmıyor artık… Hiç sesi çıkmıyor… Biz bakışlarımızı kaldıramıyoruz. Ne anneye ne birbirimize bakabiliyoruz…”/Archive/2021/1/28/121109432-11-.jpg- “Tutsakları alıp müfrezeye getiriyorduk… Kurşuna dizmezdik, fazla kolay bir ölümdü onlar için; bunun yerine harbilerle domuz gibi boğazlar, parça parça ederdik. Ben de bunu izlemeye giderdim… Beklerdim! Acıdan gözlerinin patlayacağı anı beklerdim uzun uzun… Gözbebeklerinin… Nasıl anlayabilirsiniz ki?! Köyün ortasında ateş yakıp annemle küçük kız kardeşlerimi içine atmışlardı…”- “Ben nişancıydım. O kadar çok insan öldürdüm ki… Savaştan sonra doğurmaktan uzun süre korktum. Normale dönünce doğurdum. Yedi yıl sonra… Yine de hiçbir şeyi affetmiş değilim. Etmem de… Esir Almanları görünce sevinirdim. Acınacak halde olmalarına sevinirdim: ayaklarında çizme yerine dolama çoraplar, kafalarında sargılar… Köyün içinden geçirirlerdi onları, “Ana, ekmak ver… Ekmak…” diye rica ederlerdi. Köylülerin evlerinden çıkıp da onlara bir ekmek parçası, bir lokma patates vermelerine hayret ederdim… Erkek çocukları kafilenin peşinden koşar, taş atarlardı… Kadınlarsa ağlardı… İki hayat yaşamışım gibi geliyor bana: Biri erkekliğe, diğeri kadınlığa ait…”/Archive/2021/1/28/121121416-12-.jpgGURUR, HEYECAN, TRAVMA, KORKU İÇ İÇEKitabında kadın askerlerin onlarca hikâyesini paylaşıyor Aleksiyeviç. Annelerinden, ailelerinden koparak cepheye koşan gencecik kadınlar, kız çocuklarının yaşadıklarını okuduğunuzda hepsinde de büyük bir gurur, Zafer düşü, heyecan, travma, korkunun iç içe geçtiğini anlıyorsunuz. Cepheye gitmediklerini adeta koştuklarını anlıyorsunuz. Öylesine gönüllü, bile isteye, vatanları için, samimi, inanmış...- Mariya İvanovna Morozova (İvanuşkina): “Savaş sürüyordu… Kız arkadaşlarım… Bizim kızlar, ‘Cepheye gitmek lazım,’ diyordu. Lafı edilmişti bir kere. Hepimiz askerlik şubesinin kursuna yazıldık. Kimimiz belki topluluktan ayrı düşmemek için, bilmiyorum. Bize orada piyade tüfeğiyle ateş etmeyi, el bombası atmayı öğrettiler. Açıkçası ben tüfeği elime almaya korkardım, tedirgin olurdum. Sadece cepheye gitmek istiyordum, o kadar. Özel sanıyorduk kendimizi… Askerlik şubesine geldik, toplam kırk kişiydik, hepimiz de ateş etmeyi ve ilkyardımı biliyorduk. Saçlarımı güzelce örmüştüm, oradan çıktığımda örgüm yoktu… Asker tıraşı yaptılar… Elbisemi de aldılar. Sırtımıza derhal asker gömlekleri giydirdiler, başlarımıza kepler taktırdılar, sırt çantalarını omuzlayıp bir yük trenine bindik, samanların üzerine serildik. Neşe içinde binmiştik. Gözümüz kara. Şakalaşarak. Çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Nereye gidiyorduk? Bilmiyorduk ki. Önemli değildi yeter ki cepheye gidelim. Şelkovo İstasyonu’na geldik, yakınlarında kadın keskin nişancıların eğitim aldığı bir okul vardı. Sevindik. Ciddi bir işti bu. Ateş edecektik. Garnizon hizmeti ve disiplin tüzüklerine çalışıyorduk; arazide gizlenme, kimyasal silahın etkilerinden korunma. Snayperkayı (Keskin nişancı tüfeği) gözümüz kapalı monte edip sökmeyi öğrenmiştik; rüzgârın hızını, hedefin hareketini, hedefe uzaklığı tespit etmeyi, siper kazmayı, alçak sürünmeyi hepsini, hepsini biliyorduk artık. Bir an önce cepheye gönderseler diyorduk. Ateş konusunda iyiydik, hatta iki günlük talim için ön hattan çağrılan erkek nişancılardan bile iyiydik. Bunlar işlerini yapabilmemize çok şaşıyordu. Hayatlarında ilk kez kadın nişancı görüyorlardı herhalde. Nefret etmek ve öldürmek kadınlara göre işler değil. Bize göre değil… Kendimizi ikna etmemiz gerekiyordu. İnandırmamız… “Çabuk asker olduk… Bilirsiniz, düşünmeye pek zamanımız yoktu. Duygularımızı sorgulamaya… (...) Çiftler halinde gidiyorduk; sabahın köründen gece yarısına kadar yalnız başına oturmak zordur, gözler yorulur, yaşarır, ellerini hissetmezsin, bütün vücudun gerginlikten taş kesilir. Baharda bilhassa zorlanırsın. Altında kar erir, bütün gün suyun içinde kalırsın, yüzer gibi, soğuktan toprağa yapıştığın da olur. Karda on iki saat, bazen daha uzun süre yatardık ya da bir ağacın tepesine, bir ahırın veya yıkık bir evin çatısına tüner, orada kamufle olurduk. Yedi yüz, sekiz yüz, bazen beş yüz metre ayırırdı bizi Almanların oturduğu hendeklerden. Nasıl korkmazdık bilmiyorum… Anlayamıyorum şimdi… (...) Geceleri laflardık tabii. Ne mi konuşurduk? Evlerimizden, herkes kendi annesinden söz ederdi, kiminin babası ya da erkek kardeşleri savaştaydı. Savaştan sonra ne olacağımızı konuşurduk. Evlenecek miyiz, kocalarımız bizi sevecek mi? Ben eşimle savaşta tanıştım, aynı alayda görev yapıyorduk. İki yarası vardı, beyin sarsıntısı geçirmişti. İki çocuk büyüttük, enstitü bitirdiler. Döndüğümde her şeye sil baştan başlamam gerekti. Yeniden pabuç giymeyi öğrendim - üç yıl cephede çizme giydikten sonra. Kemere alışmıştık, sımsıkı bağlardık, şimdi giysiler üzerimden sarkıyordu sanki, bir garip hissediyordum. Eteklere dehşet içinde bakıyordum… Elbiselere… Sivil kıyafetle, pabuçlarla gezerken bir subaya rastladığında ister istemez elin kalkar selam vermek için. (...) Oradan canlı çıksan da ruhun sakat kalıyor. Şimdi düşünüyorum da, keşke bacağımdan, kolumdan filan yaralansaydım, bedenim acısaydı. Ama ruhum… Çok acıyor. Genceciktik cepheye gittiğimizde. Çocuktuk. Savaşta boyum bile uzamış. Annem ölçtü evde… On santimetre uzamıştım…”/Archive/2021/1/28/121142635-13-.jpg- Yelena Vilenskaya, çavuş, yazıcı: “Ben yazıcı olarak görünüyordum… Orduya katılmaya şöyle ikna ettiler beni… “Savaştan önce fotoğrafçılık yaptığınızı biliyoruz, bizde de fotoğrafçı olarak çalışacaksınız,” dediler. İyi hatırladığım bir şey varsa o da ölümü resimlemek istemediğimdir. Ölüleri. Askerleri dinlenirlerken çekerdim, sigara içer, güler, madalya alırlarken. O zaman renkli filmim olmaması ne kötü, sadece siyah-beyaz film vardı elimde. Alay bayrağının göndere çekilmesi… Bunu güzel çekebilirdim mesela… Bugünlerde… Gazeteciler gelip, “Ölüleri çekmiş miydiniz?” diye soruyorlar bana, “muharebe sonrası…” Aradım taradım… Ölüm fotoğrafım az benim… Birisi öldüğünde, çocuklar, “Canlı hali var mı sende?” diye sorardı. Canlı halini arardık… Gülümsediği bir resmini…”- Klavdiya Grigoryevna Krohina, uzman çavuş, keskin nişancı: “İlk seferinde korkuyorsun… Çok korkuyorsun… Uzandık, gözlemdeyim. Bir Almanın siperden çıkacak gibi doğrulduğunu gördüm. Bastım tetiğe, düştü. Tir tir titredim, biliyor musunuz? Resmen kemiklerimin takırdadığını duydum. Ağlamaya başladım. Hedeflere ateş ederken sorun yoktu ama bu kez: Öldürmüştüm! Ben! Tanımadığım bir insanı vurmuştum. Sonra geçti bu his. Yani şöyle… Nasıl oldu… Taarruzdaydık, küçük bir kasabanın önünden geçiyorduk. Ukrayna’da galiba. Yol kenarında bir kulübe ya da ev gördük, tam olarak seçmek imkânsızdı, her şey yanmış, kara kara taşlar kalmış geriye. Bir temel… O kömürlerin içinde insan kemikleri bulduk, aralarında da yanmış yıldızlar (Kızıl Ordu nişanı); yani bu yakılanlar bizim yaralılarımız ya da tutsaklardı. O olaydan sonra ne kadar öldürdüysem de acımadım artık. O siyah yıldızları gördükten sonra… Savaştan saçlarım ağarmış vaziyette döndüm. Yaş yirmi bir, saçlar bembeyaz. Ağır yara almıştım, beyin sarsıntısı, tek kulağım zor işitiyordu. Annem, “Geleceğine inanıyordum, gece gündüz dua ettim senin için,” diyerek karşıladı beni. Erkek kardeşim cephede ölmüştü. Ağlıyordu annem: “Kız doğurmuşsun, erkek doğurmuşsun farkı kalmadı.”/Archive/2021/1/28/121152932-14-.jpg- Natalya İvanovna Sergeyeva, er, hastabakıcı: “Konuşmak istiyorum… Konuşmak! İçimi dökmek! Sonunda birileri bizi de dinliyor. Senelerce sustuk, evde bile sustuk. Onlarca sene. Savaştan döndüğüm ilk yıl çok konuşuyordum ben. Kimse dinlemiyordu. Ben de bıraktım… O vakitler gençtim. Çok genç. Hemşire kursları açılmıştı, babam beni ve kız kardeşimi oraya götürdü. Ben on beş yaşındaydım, kardeşim on dört. ‘Zafer için verebileceğim tek şey bu. Kızlarım…’ demişti. O zaman başka şey düşünülmüyordu. Bir yıl sonra kendimi cephede buldum…”- Yelena Antonovna Kudina, er, şoför: “İlk günlerde… Şehirde bir keşmekeş hâkimdi. Kaos. Tüyleri diken diken eden bir korku. Birtakım ajanları yakalamaya çalışıyorlardı. Herkes birbirine, ‘Provokasyonlara kapılmayın,’ diyordu. Ordumuzun felakete uğradığını, birkaç hafta içinde tarumar edildiğini kimse fikren bile olsa kabul edemiyordu. Bir de baktık ki çekiliyoruz… Savaş öncesinde ortalıkta, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırmaya hazırlandığı söylentileri dolaşırdı ama bu tür konuşmalar sıkı bir şekilde takip edilirdi ilgili organlar tarafından… Fakat Stalin’in konuşmasından sonra… Bizlere ‘kardeşlerim…’ diye hitap etmişti. O zaman herkes kırgınlıklarını unuttu. Benim dayım hüküm giymişti, kamptaydı; öncesinde demiryollarında çalışan yaşlı bir komünistti. İşyerinde tutuklanmış… Kim tutukladı? Malum, NKVD (Narodnıy Komissariat Vnutrennih Del - İçişleri Halk Komiserliği)… Dayıcığımızın hiçbir suçunun olmadığını biliyorduk. İnanıyorduk ona. Ta iç savaştan kalma nişanları vardı… Yine de Stalin’in konuşmasından sonra annem, ‘Önce bir vatanımızı kurtaralım, sonra düşünürüz,’ demeyi bildi. Herkes vatanını seviyordu. Ben de hemen askerlik şubesine koştum. Anjinime rağmen, daha ateşim tam düşmemişti, ama bekleyecek sabrım yoktu…”- Antonina Maksimovna Knyazeva, onbaşı, muhabereci: “Annemizin erkek evladı yoktu… Beş kız büyütüyordu. Savaş ilan edildi. Benim mükemmel müzik kulağım vardı. Konservatuara girmeyi hayal ederdim. Kulağımın cephede işe yarayacağına karar verdim, muhabereci olacaktım. Stalingrad’a tahliye edildik. Stalingrad kuşatıldığında gönüllü olarak cepheye gittik. Hep birlikte. Bütün aile: Annem ve beş kız; babam o sırada zaten savaşıyordu…”/Archive/2021/1/28/121216072-15-.jpg- Tatyana Yefimovna Semyonova, çavuş, trafik memuru: “Herkesin tek arzusu cepheye gitmekti… Korkuyor muyduk? Tabii ki korkuyorduk… Ama olsun… On altı-on yedi yaşlarındaydık. Arkadaşımla keskin nişancı okuluna gitmek istiyorduk fakat bize, ‘Trafik memuru olacaksınız. Size ders vermeye vakit yok,’ dediler. Annem birkaç gün istasyonda nöbet tutmuş, gidişimizi beklemiş. Katara doğru yürüdüğümüzü görünce yanıma gelip bana biraz çörek, on tane de yumurta verdi, bayıldı sonra…”- Yefrosinya Grigoryevna Breus, yüzbaşı, doktor: “Dünya hemen değişti… İlk günleri anımsıyorum… Annem pencerenin kenarında durur dua ederdi. Beni askere çağırdılar, doktordum. ‘Görevdir’ diye düşünerek gittim. Babam kızı cepheye gittiği için mutluydu. Vatanını savunduğu için. Sabah erkenden askerlik şubesine gitmişti. Belgemi alacaktı; özellikle o erken saatte düşmüştü ki yola köydeki herkes kızının cepheye gittiğini anlasın…”- Liliya Mihaylovna Butko, ameliyat hemşiresi: “Yazdı… Barışın son günü… Akşam dansa gitmiştik. Yaşlarımız on altı. Topluca gezerdik o zamanlar, önce birini eve bırakırdık, sonra diğerini. Çiftler halinde ayrı ayrı gezmek yoktu bizde. Altı erkek, altı kız filan dolaşırdık. Neyse, iki hafta sonra, bizi dans dönüşü eve bırakan bu çocukları - zırhlı birlikler okulunda okuyorlardı- sakatlanmış halde, sargılar içinde getirmeye başladılar. Kâbus gibi bir şeydi! Gülen birilerini görünce kızardım. Böyle bir savaş sürerken nasıl gülünür, bir şeylere nasıl sevinilir? Kısa süre sonra babam milis kuvvetlerine katıldı. Evde küçük erkek kardeşlerim ve ben kaldık. Anneme cepheye gideceğimi söyledim. Ağlıyordu, kendim de geceleri ağlıyordum. Buna rağmen evden kaçtım… Anneme bölüğümden mektup yolladım. Oradan beni artık hiçbir şekilde geri döndüremezdi…”/Archive/2021/1/28/121226088-16-.jpg- Polina Semyonovna Nozdraçova, sıhhiyeci: “Annem hayatta değildi… Bombardımanda ölmüştü… Kırk bir yılıydı, ordumuz çekiliyordu… Çalıların ardında saklanıyorduk, bizim askerlerden birinin tüfekle Alman tankının üzerine atladığını ve dipçikle zırha vurduğunu gördüm. Vuruyor, bağırıp çağırıyor ve ağlıyordu ta ki düşene kadar. Alman askerleri onu vurdular. İlk yıl ellerimizde tüfekler, tanklara ve messerlere (Messerschmitt Bf (Me) 109 adlı Alman avcı uçağına halk arasında verilen ad) karşı savaştık biz…”- Yevgeniya Sergeyevna Sapronova, muhafız bölüğü çavuşu, uçak makinisti: “Anneme rica ediyordum… Yalvarıyordum “Ne olur ağlama” diye… Henüz gece değildi ama hava karanlıktı, kesintisiz bir inilti yükseliyordu. Annelerimiz kızlarını yolcu ederken ağlamıyor, inliyorlardı. Bir benim annem taş kesilmiş gibi dikiliyordu. Tuttular erkek gibi tıraş ettiler, saçlarımdan geriye küçük bir perçem kaldı. Aslında babamla ikisi yollamak istememişti ama benim tek arzumdu cepheye gitmek! Şimdi müzede asılı duran şu afişler: ‘Yurdun seni çağırıyor!’, ‘Ya sen cephe için ne yaptın?’ beni çok etkiliyordu mesela. Ya şarkılar? ‘Ayaklan, büyük ülke… Ölümüne mücadeleye hazırlan…’ (İkinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın neredeyse marşı haline gelen ‘Kutsal Savaş’ (Svyaşennaya Voyna) adlı vatanseverlik şarkısının sözleri). Yolda hayrete düşmüştük: Öldürülenler peronlarda yatıyordu. Bu artık savaşın ortasındayız demekti… Fakat gençlik işte, şarkılar söylüyorduk. Hatta neşeli bir şeyler. Mâniler. Çatışmaların bitimine yakın bütün ailem savaşıyordu. Babam, annem, kız kardeşim demiryollarına girmişlerdi. Cephenin peşi sıra ilerliyor, yolları tamir ediyorlardı. Bizim ailede herkes zafer madalyası aldı: babam, annem, kardeşim ve ben…”- Galina Dmitriyevna Zapolskaya, santralci: Bölüğümüz, savaşın daha ilk haftalarda sıçradığı Borisov kentinde konuşlanmıştı. Yirmi kız vardık. Hepimiz yurdumuzu savunmaya hazırdık. Önceden savaş kitaplarını sevmezdim hiç, aşk kitapları okurdum. Al sana! Cihazların başında sabah akşam, günlerce otururduk. Askerler bize yemek getirirdi, atıştırır, oturduğumuz yerde biraz uyuklar, sonra tekrar kulaklıkları takardık. Saçımızı yıkamaya vaktimiz yoktu, o yüzden bizimkilerden rica etmiştim: “Kızlar, örgülerimi kessenize…”/Archive/2021/1/28/121236775-17-.jpg- Yelena Pavlovna Yakovleva, başçavuş, hemşire: Askerlik şubesine gidip duruyorduk… Bir gelişimizde, artık komiser bizi neredeyse kovacaktı: ‘Bari herhangi bir uzmanlığınız olsa. Hemşire olsanız, şoför… Hangi iş gelir ki elinizden? Savaşta ne yapacaksınız?’ Biz bunu hiç düşünememiştik. Savaşmak istiyorduk, o kadar. Bizi cepheye değil hastaneye gönderdiler. Kırk bir yılıydı, ağustos ayının sonu… Okullar, hastaneler, kulüpler yaralılarla doluydu. Ama şubat ayında ben hastaneden ayrıldım, kaçtım, firar ettim denebilir. Evraksız, hiçbir şeysiz sıhhiye trenine atladım. Bir küçük not bıraktım sadece: ‘Nöbete gelmeyeceğim. Cepheye gidiyorum.’ O kadar…- Vera Danilovtseva, çavuş, keskin nişancı: “O gün randevum vardı… Uça uça gittim… Sevdiğim çocuğun bana ilan-ı aşk edeceğini düşünüyordum ama o üzgün geldi: ‘Vera, savaş başlamış! Bizi derslerden alıp doğruca cepheye yolluyorlar,’ dedi. Askeri lisede okuyordu. E tabii ben de kendimi derhal Jeanne d’Arc rolünde hayal ediverdim. Tüfeği omuzlayıp cepheye gitmekten aşağısı kurtarmazdı beni. Birlikte olmalıyız! Birlikte olalım yeter! Hemen askerlik şubesine koştum; sert bir şekilde kestirip attılar: ‘Şimdilik sadece tıbbi personel gerekiyor. Onun da altı aylık öğrenim süresi var.” Altı ayda kafayı yiyebilirdim! Âşıktım âşık… Beni bir şekilde okumam gerektiğine ikna ettiler. Peki, okurum, ama hemşirelik değil… Silah kullanmak istiyorum! Sevdiğim çocuk gibi ateş etmek. O kadar ki birlikte öleceğimizi hayal ederdim. Aynı muharebede…Tiyatro enstitüsü öğrencisiydim. Aktris olmayı hayal ediyordum. İdolüm Larisa Reissner’di (1895-1926: Rusya iç savaşına katılmış Polonya kökenli devrimci, gazeteci, şair, yazar).”- Anna Nikolayevna Hroloviç, hemşire: “Arkadaşlarımın hepsi de benden büyüktü, hepsini cepheye çağırdılar… Yalnız kalınca, beni almadılar diye feci ağlamıştım. Bana, ‘Daha okuman lazım, ufaklık,’ dediler.Fakat okuma faslı uzun sürmedi. Cepheye bizi fabrika şefleri uğurladı. Yazdı. Hatırlıyorum, tüm vagonlar bitkilerle, çiçeklerle doluydu. Armağanlar getirmişlerdi bize. Benim payıma müthiş lezzetli bir ev kurabiyesi ve güzel bir kazak düşmüştü. Peronda Ukrayna hopakını (Ukrayna halk dansı) nasıl coşkuyla oynamıştım! Yolculuk günlerce sürdü… Bir istasyonda kızlarla kovaya su doldurmak için indik. Bir de ne görelim? Peş peşe geçen katarlar hep genç kızlarla doluydu. Şarkı söylüyorlardı. Kimi başörtüsünü, kimi kepini sallıyordu bize. Anladık ki savaşacak erkek kalmamış, hepsi helâk olmuş… Ya da esir düşmüşler. Şimdi onların yerine biz gidiyoruz. Annem bana bir dua yazmıştı. Madalyonumun içine koymuştum onu. İhtimal, faydası oldu ki eve dönebildim. Muharebelerden önce madalyonumu öperdim…”/Archive/2021/1/28/121248337-18-.jpg- Antonina Grigoryevna Bondareva, muhafız bölüğü teğmeni, kıdemli pilot: “Daha ben yedinci sınıftayken bizim oraya uçak gelmişti, otuz altı yılında. O zaman bu görülmemiş bir şeydi. Hemen duyurular başladı: ‘Genç kızlar ve delikanlılar, uçağa!’ Hemen havacılık kulübüne yazıldım. Havacılık kulübünü dereceyle bitirdim, paraşütle atlamada iyiydim. Savaştan önce evlenmeye de vakit buldum, bir kız doğurdum. Savaşın ilk günlerinden itibaren havacılık kulübümüzde birtakım düzenlemeler başladı: Erkekleri askere alıyorlardı, yerlerine biz kadınlar geçiyorduk. Kursiyerlere ders veriyorduk. Eşim cepheye ilk gidenlerden biri oldu. Elimde bir fotoğraf kaldı. Kızımla baş başa kalmıştık, devamlı kamplarda kalıyorduk. Nasıl bir yaşantımız mı vardı? Lapasını yedirip kapıyı üstüne kilitlerdim, sabah dörtten itibaren uçuşta olurduk. Akşam dönerdim, yemiş mi yememiş mi belli değil, üstü başı o lapaya bulanmış. Ağlamıyordu bile artık, sadece yüzüme bakıyordu. Gözleri eşiminkiler gibi iri iri… Kırk bir yılının sonuna doğru bana vefat kâğıdını yolladılar: Kocam Moskova önlerinde ölmüştü. Kızımı seviyordum ama onu eşimin yakınlarına bırakmak zorunda kaldım. Ve cepheye gitmek için başvuruda bulundum… Son gece… Bütün gece kızımın karyolası önünde dizlerimin üzerinde durdum…”/Archive/2021/1/28/121303462-6-.jpg- Serafima İvanovna Panasenko, asteğmen, motorize piyade taburu sağlık memuru: “On sekizimi doldurmuştum… Nasıl mutluydum, bayram ediyordum. O sırada çevremde herkes “Savaş!!” diye feryat ediyordu. İnsanların ağladıklarını anımsıyorum. Hatta dua edenler bile vardı. Alışılmadık bir durum… İnsanlar sokaklarda dua ediyor, haç çıkarıyordu. Okulda bize tanrının olmadığı öğretilmişti oysa. Ya tanklarımız, güzel uçaklarımız neredeydi? Geçit törenlerinde hep görürdük onları. Gurur duyardık! Komutanlarımız neredeydi Sonra nasıl kazanırız diye kafa yormaya başladı insanlar. Sağlık memurluğu-doğum hekimliğinde okuyordum. Hemen, ‘Savaş çıktı madem, cepheye gitmeli,’ diye düşündüm. Babam kıdemli komünisttir, siyasi kürek mahkûmu (1917 öncesi devrimci faaliyetleri yüzünden kürek cezası almış mahkûm). Bize çocukluğumuzdan itibaren vatanın her şey demek olduğunu, vatanı korumak gerektiğini öğretmişti. Tereddüt etmedim: Ben gitmeyeyim de kim gitsin? Gitmeliyim…”- Tamara Ulyanovna Ladınina, er, piyade: Annem trenin yanına geldi koşarak… Sert kadındı. Bizi hiç öpmez, asla övmezdi. Ama bu kez geldi, tuttu başımı, öpüyor, öpüyor. Gözlerimin içine bakıyor… Uzun uzun… Annemi bir daha hiç göremeyeceğimi o an anladım. Her şeyden vazgeçip, sırt çantamı teslim edip eve dönmek istedim. Acıdım herkese… Nineme… Küçük erkek kardeşlerime… O sırada emir geldi: ‘Açıl!! Vagonlara bin!..’ Uzun süre el salladım…/Archive/2021/1/28/121318400-4-.jpg- Mariya Semyonovna Kaliberda, uzman çavuş, muhabereci: Beni muhabere alayına aldılar… Bana kalsa asla muhabereye gitmezdim, katiyen, çünkü bu işin de savaşa dahil olduğunu anlamıyordum. Bir gün tümen komutanı yanımıza geldi, sıraya geçtik. Maşenka Sungurova adında bir kız vardı bizde. İşte o Maşenka öne çıkıp şey dedi: ‘Komutan yoldaş, izin verirseniz bir sözüm olacak. Er Sungurova kendisini muhabere görevinden azat edip silah kullanılan bir yere göndermenizi rica eder.’ Anlarsınız işte, hepimiz aynı şekilde hissediyorduk. Uğraştığımız şeyin, muhaberenin çok önemsiz olduğunu, hatta bizi küçük düşürdüğünü sanıyorduk, en önde olmamız gerekirdi. Generalin yüzündeki tebessüm hemen silindi: ‘Sevgili kızlar! Siz herhalde cephedeki rolünüzü iyi anlamamışsınız, sizler bizim gözümüz kulağımızsınız. Muhaberesiz ordu kansız insan gibidir.’ Dayanamayıp ilk söz alan yine Maşenka Sungurova oldu: ‘General yoldaş! Er Sungurova bütün emirlerinizi yerine getirmeye sapına kadar hazırdır!’ Savaşın sonuna kadar ‘Sap’ diye seslendik ona. (...) Kırk üç yılının haziran ayında Kursk Çıkıntısı’nda bize alay bayrağı verdiler. O zaman alayımız, yani Altmış Beşinci Ordu Yüz Yirmi Dokuzuncu Müstakil Muhabere Alayı yüzde seksen kadınlardan oluşuyordu. Bir fikriniz olması için anlatmak isterim… Ruhlarımızda olup biteni anlamanız için ki bizim o halimize benzer insanlar herhalde bir daha hiç gelmeyecek dünyaya. Hiçbir zaman! Öyle saf, öyle samimi... Öyle inanmış! Alay komutanımız bayrağı alıp da, ‘Bayrağın altına toplan! Yere çök!’ diye emrettiğinde dünyalar bizim olmuştu. Öylece durup ağladık, herkesin gözleri yaşlıydı.”/Archive/2021/1/28/121332931-19-.jpg- Lyubov Arkadyevna Çarnaya, asteğmen, şifreci: “İkinci çocuğumu bekliyorum… Hamileyim ve iki yaşında bir oğlum var. Savaş başladı. Kocam cephede. Annemle babamın yanına gittim ve… Anlarsınız ya? Kürtaj oldum… Aslında o zamanlar yasaktı… Ama nasıl doğursaydım? İnsanların gözleri hep yaşlı… Savaş! Ölümün ortasında nasıl doğurursun? Şifreleme kursunu bitirdim, cepheye yolladılar. Çocuğumun, onu doğurmayışımın intikamını almak istiyordum. Kızımın… Bir kızım olacaktı… Ön hatta göndersinler istedim. Karargâhta tuttular…”- Valentina Pavlovna Maksimçuk, uçaksavar topçusu: “Şehri terk ediyorduk… Topluca… Bin dokuz yüz kırk bir yılı, yirmi sekiz haziran öğle vakti biz, Smolensk Pedagoji Enstitüsü öğrencileri, matbaanın avlusunda toplanmıştık. Krasnoye şehri yönünde hareket ettik. Kırk kilometre mesafeden, tüm göğü sarmış gibi görünüyordu. Belli ki on, yüz ev değil, bütün Smolensk yanıyordu… Tiril tiril yeni bir elbisem vardı, fırfırlı. Arkadaşım Vera pek beğenirdi. Düğününde hediye edeceğime söz vermiştim ona. Evlenmek üzereydi. Savaş birdenbire başladı. Siperler yolumuzu gözlüyordu. Eşyalarımızı yurttaki memura teslim ediyorduk. Elbise ne olacak? ‘Al, Vera,’ dedim şehri terk ederken. Almadı. ‘Söz verdiğin gibi düğünümde hediye edersin,’ gibi bir şey söyledi. O elbise o kızıltının içinde yandı gitti. Beni oradan sıhhiye birliğine gönderdiler. Yerlere rasgele serilip yatıyorduk. Hastalanan çok oldu. Yüksek ateş. Üşüme. Yattığım yerde ağlıyordum. Tam o sırada hoparlörden ses geldi: ‘Ayaklan, büyük ülke…’ Bu şarkıyı o zaman ilk kez duymuştum. ‘İyileşir iyileşmez, derhal cepheye gideceğim” diye düşündüm. Cepheye gider gitmez birliğimle beraber kuşatmanın ortasına düştüm. Günlük besinimiz iki peksimetten ibaretti. Öldürülenleri gömmeye vakit bulamıyorduk, sadece kum döküyorduk üstlerine. Yüzlerini kepleriyle örtüyorduk… Sırtımızda mermi taşıdığımızı hatırlıyorum, topları çamurun içinden sürüklediğimizi. Ağlamıyorduk artık, ağlamak da güç ister, tek dileğimiz uyumaktı. Uyumak ve uyumak. Nöbetteyken hiç durmadan volta atıp yüksek sesle şiir okurdum. Diğer kızlar şarkı söylerlerdi, yığılıp kalmamak ve uyumamak için…”/Archive/2021/1/28/121343681-20-.jpg- Lyubov İvanovna Lyubçik, nişancı takımı komutanı: “Annemle beni cephe gerisine tahliye ettiler… Saratov’a… Üç ay tornacılık eğitimi aldım. Günde on iki saat tezgâh başında dikiliyorduk. Açtık. Aklımızda sadece bir şekilde cepheye ulaşmak vardı. İyi kötü beslenebilirdik orada. Peksimetle şekerli çay veriyorlarmış. Yağ veriyorlarmış. Kız arkadaşımla askerlik şubesine gittik ama fabrikada çalıştığımızı söylemedik. Almazlardı yoksa. Böylece kaydımızı yaptılar. Ryazan Piyade Meslek Okulu’na gönderdiler. Oradan makineli tüfek mangası komutanı olarak mezun ettiler. Makineli tüfek ağırdır, sırtında taşırsın. At gibi. Geceleri. Nöbette en ufak sesi yakalamaya çalışırsın. Vaşak misali. Her hışırtıya kulak kesilirsin… Savaşta, nasıl derler, yarı insan yarı hayvansın. Öyle… Başka türlü hayatta kalamazsın. Yalnız insan olursan sağ çıkmazsın. Kafanı koparırlar! Savaşta kendinle ilgili bir şeyi aklında tutman gerekir. Bir şeyi işte… İnsanın henüz tam insan olmadığı zamana ait bir şeyi hatırlamalısın… Pek okumuş biri sayılmam, basit bir muhasebeciyim, ama bunu bilirim. Varşova’ya kadar gittim ben… Hep de yürüyerek, piyadeler savaşın, nasıl derler, proletaryasıdır. Karnımızın üzerinde sürünerek vardık oralara resmen… Başka bir şey sormayın bana… Savaş kitaplarını sevmem. Kahramanlık hikâyelerini… Hasta hasta, öksüre öksüre, uykusuz, pis, kılıksız ilerliyorduk. Çoğunlukla aç… Ama kazandık!”- Anna İvanovna Belyay, hemşire: “Bombardıman… Yağdırıyorlar da yağdırıyorlar tepemize bombaları. Birinin inlediğini duyuyorum: “Yardım edin… Yardım edin…” Ama kaçıyorum… Birkaç dakika sonra aklım başıma geliyor, omzumdaki ilaç çantasını hissediyorum. Bir de utanç… Ya korku nereye gitti! Geri dönüyorum koşarak: Yaralı bir asker inliyor. Yarasını sarmak için atılıyorum. Sonra ikinciye, üçüncüye… Çatışma gece bitti. Sabaha taze kar yağdı. Altında ölüler… Birçoğunun elleri yukarı dönük… Gökyüzüne… Bana mutluluk nedir diye soracak olursanız, ölüler arasında canlı bir insan buluvermek derim…”/Archive/2021/1/28/121355853-21.jpg- Olga Vasilyevna Korj, süvari bölüğü sıhhiyecisi: “İlk kez bir ceset görüyordum… Başında dikilip ağlamaya başladım… O sırada bir yaralı, “Bacağımı sar!” diye bana seslendi. Bacağı kopmuş, paçasından sarkıyor. Paçayı kesiyorum, “Koy bacağımı! Yanıma koy,” diyor. Koyuyorum. Bilinçleri yerindeyse kollarını bacaklarını bıraktırmazlar. Yanlarında götürürler. Ölüyorlarsa birlikte gömülmeyi isterler. Kuşatma sırasında nasıl gömüyorlardı insanları dersiniz? Oracığa, oturduğumuz daracık sipere gömüveriyorlardı, bitti gitti. Küçük bir tepecik kalıyordu geriye. Arkadan Almanlar ya da tanklar geliyorsa, o tepecik de ezilip gidiyordu. Sırf toprak, iz bile kalmıyordu geride. Birçoklarını da ormana, ağaç altlarına gömdüler… Meşelerin, huşların altına… Ben hâlâ ormana gidemem. Özellikle yaşlı meşe ve huşların olduğu ormanlara… Oturamam oralarda…”- Mariya Petrovna Smirnova (Kuharskaya), sıhhiyeci: “Kırım’da doğup büyüdüm… Savaşın başlarında, ilk günlerindeydik; radyodan çekilmekte olduğumuzu duydum… Koşa koşa askerlik şubesine gittim, ret cevabı aldım. Yirmi sekiz temmuzda çekilen birlikler bizim Slobodka’dan geçti, onlarla birlikte celpsiz halde cepheye gittim. İlk yaralı gördüğümde bayılmıştım. Sonra geçti. Bir askeri sürüklemek için kurşunların ortasına kendimi ilk attığımda öyle bir bağırıyordum ki çatışma gümbürtüsünü bastırmaya çalıştığım sanılabilirdi. Sonraları alıştım. On gün sonra yaralandım. Vücuduma saplanan mermi parçasını kendim çıkardım, yaramı kendim sardım… (...) Sırtımıza üniforma dayanmıyordu: Yenisini verirler, birkaç gün sonra kana bulanır. Sıcak çatışmadan çıkardıklarımın sayısı toplam dört yüz seksen birdir. Bir gazeteci saymıştı: Koca bir nişancı taburu ediyormuş… Kendimizin iki-üç katı ağırlığındaki erkekleri taşıyorduk. Üstelik yaralılar daha da ağır olur. Sadece kendisini değil, silahını, sırtındaki kaputu, çizmelerini de taşırsın. Yüklenirsin seksen kiloyu, götürürsün. Bir hücum boyunca böyle beş-altı sefer… Bu arada kendin kırk sekiz kilosundur, balerin kilosu. Şimdi inanamıyorum… Kendim de inanamıyorum…”/Archive/2021/1/28/121407884-22-.jpg- Nina Vladimirovna Kovelenova, uzman çavuş, nişancı bölüğü sıhhiyecisi: “Beni cepheye almıyorlardı… Yaşım on altı daha, on yediye çok var. Askerlik şubesine gittim. Annem yollamıyor. Askerlerin kimi peksimet, kimi şeker saklardı benim için. Korur kollarlardı. Katyuşamız (BM-13 adlı Sovyet yapımı çok namlulu roketatara İkinci Dünya Savaşı’nda askerler tarafından verilen ve giderek yaygınlaşan takma ad. Katyuşa adının savaş- tan önce popüler olan aynı adlı şarkıdan geldiği sanılıyor) olduğunu bilmiyordum, muhafazada arkamızda duruyormuş. Birden ateş etmeye başladı. Göğüs göğüse çarpışmalar… Ne kalmış aklımda? Bir kütürtü duyulduğunu hatırlıyorum… Çarpışma başlar başlamaz hemen bu kütürtüyü duyarsın; kıkırdaklar kırılır, insan kemikleri çatırdar. Vahşi hayvanlara has çığlıklar… Erkekler birbirlerini boğazlardı. Ölümüne vururlardı. Ölümüne kırarlardı. Süngüleri birbirlerinin ağızlarına gözlerine indirirlerdi… Kalplerine, karınlarına… Tarif etmem zor… Kısacası, kadınlar erkekleri böyle bilmez onları evlerinde böyle görmemişlerdir. Ne kadınlar ne çocuklar. İnsan dehşete kapılıyor resmen… Savaştan sonra eve, Tula’ya döndüm. Geceleri bağırır dururdum. Kendi çığlığımdan uyanırdım…”/Archive/2021/1/28/121423368-23-.jpgSAVAŞTA HAYATIN ALELADE(!) ANLARISvetlana Aleksiyeviç’in Kadın Yok Savaşın Yüzünde kitabında ana vurgularından biri de yalnızca ölümün değil, yaşamın da ne kadar büyük emek istediği. Her bir sayfada apaçık ortaya koyduğu gibi savaş; yalnızca çatışma ve idam, mayın döşeme ve temizleme, bombalar ve patlamalar, göğüs göğüse kapışmalar demek değil. Bu işin bir de “alelade” (!) anları var! Tüm ezberleri bozarak hatta öyle güçlü imliyor ki savaşta hayatın yarısından çoğu alelade yaşantıdan ibaret o derece!Peki nedir o alelade yaşantının elementleri? demişti hastabakıcı Aleksandra İosifovna Mişutina’nın dilinden şöyle aktarıyor yanıtı:“Çamaşır da yıkanır harp zamanı, lapa da kaynatılır, ekmek de pişirilir, mutfak kazanları temizlenir, atlara bakılır, arabalar tamir edilir, tabutlar yontulur ve çivilenir, posta dağıtılır, çizmelere taban çakılır, tütün taşınır. Sıradan kadın işleri savaşta dağ gibi yığılır. Önden ordu, peşinden “ikinci cephe” ilerler: çamaşırcılar, aşçılar, oto tamircileri, postacılar…”İçlerinden biri yazara, “Biz kahraman değiliz, sahne arkasındaydık çünkü,” diye yazmış. Sahne arkası! Sahne neler oluyordu sahi? Anlatıyorlar, hem de nasıl!/Archive/2021/1/28/121432321-24-.jpg- İrina Nikolayevna Zinina, er, aşçı: “Binbaşı bizi teker teker çağırıp elimizden hangi işlerin geldiğini sordu.Biri diyor: ‘İnek sağarım.’ Diğeri: ‘Evde patates haşlardım, anneme yardım ederdim.’ Beni çağırdı: ‘Sen?’‘Çamaşır yıkarım’. ‘İyi kızsın sen, belli. Keşke yemek pişirmesini bilseydin’. ‘Pişiririm’. Bütün gün yemek pişirirdim, gece bir gelirdim askerlerin çamaşırları birikmiş. Nöbet de tutardım. Seslenirlerdi bana: ‘Nöbetçi! Nöbetçi!’. Cevap verecek gücüm olmazdı. Ses çıkaracak halim bile kalmazdı…”- Aleksandra Semyonovna Masakovskaya, er, aşçı: “Ben hiç ateş etmedim… Askerlere lapa pişiriyordum. Bunun için madalya verdiler bana. Lafını bile etmem: Savaştım mı ki? Lapa kaynattım, asker çorbası. Kazanları, karavanaları sürüklerdim. Ağır mı ağır… Komutan, hatırlıyorum da kızardı: “Ah şu karavanaları bir tarayabilsem… Savaştan sonra nasıl çocuk doğuracaksın sen?” Bir keresinde tuttu sahiden de hepsini taradı. Kasabanın birinde daha ufak karavanalar bulmamız gerekti. Ön hattan gencecik askerler gelirdi istirahata. Zavallıcıklar, hepsi pis, perişan, bacakları, kolları donmuş.”- Mariya Stepanovna Detko, er, çamaşırcı: “Tüm savaşı çamaşır teknesinin başında geçirdim. Elde yıkardık. Astarı pamuklu ceketler, asker gömlekleri… Beyaz gömlekler, şu kamuflaj için giydikleri, kana bulanırdı, kıpkırmızı olurdu… Kurumuş kan siyahı. İlk suyla çıkaramazsın, su kırmızı ya da siyaha keser… Yensiz gömlekler, bütün göğsü açıkta bırakan delikler, paçasız pantolonlar. Gözyaşıyla yıkar, gözyaşıyla durularsın. Asker gömlekleri dağ gibi yığılır… Ceketler… Aklıma gelince bugün bile kollarım sızlar. Pamuklu ceketler kışın ağırlaşır, üzerlerindeki kan donar çünkü. Bugün de sık sık rüyama girer… Kara bir dağ şeklinde…”- Anna Zaharovna Gorlaç, er, çamaşırcı: “Bizler askerleri giydirir, kıyafetlerini yıkar ütülerdik, işte buydu kahramanlığımız. At sırtında gider, nadiren trene binerdik, atlar perperişan, Berlin’e kadar yayan gittik desem yeridir. Ne gerekiyorsa yapıyorduk işte: Yaralıların taşınmasına yardım ediyor, Dinyeper’e mermi yetiştiriyorduk çünkü araçla taşımak imkânsızdı; kucağımızda birkaç kilometre taşıyarak ulaştırıyorduk. Zeminlik kazıyor, köprü kuruyorduk… Bir keresinde etrafımız kuşatıldı; herkes gibi ben de koştum, ateş ettim. Öldürüp öldürmediğimi bilemem. Koşuyor, bir yandan da ateş ediyordum, herkes gibi. Çok az şey hatırlayabildim sanırım. Oysa ne çok şey gelmişti başıma! Hatırlarım yine… Sen yine gel…”- Natalya Muhametdinova, er, fırıncı: “Benim hikâyem kısa… Başçavuş sordu: ‘Küçük kız, kaç yaşındasın sen?’. ‘On altı, ne oldu ki?’. ‘Şöyle ki biz reşit olmayanları almıyoruz’. ‘Ne isterseniz yaparım. Ekmek bile pişiririm’. Aldılar…”/Archive/2021/1/28/121441617-25-.jpg- Zoya Lukyanovna Verjbitskaya, inşaat taburu manga komutanı: “Biz inşaatçıydık… Demiryolları, dubalı köprüler, kazamatlar kurardık. Cephe yanımızdaydı. Fark edilmemek için geceleri kazardık toprağı.Ağaç keserdik. Mangamdaki kızların hemen hemen hepsi gencecikti. Birkaç erkek vardı içimizde, çatışmalara katılamayan. Ağaçları nasıl mı taşırdık? Hep birlikte kaldırır götürürdük. Koca manga bir ağacı... Ellerimizde kanlı nasırlar çıkardı… Omuzlarımızda…”- Mariya Semyonovna Kulakova, er, fırıncı: “Öğretmen okulu mezunuyum… Diplomamı aldığımda savaş başlamıştı. Atamadılar bizi. On sekizimdeydim. Bizi askerlik şubesinde topladılar, “cephe fırınlarında çalışacak kadınlara ihtiyaç var” dediler. Çok ağır bir iştir bu. Sekiz demir fırınımız vardı. Yıkılmış bir kasaba ya da şehre geldiğimizde fırınları kurardık. Fırını kurdun odun gerekir, yirmi-otuz kova su, beş çuval un. On sekizinde kızlar yetmiş kiloluk un çuvallarını taşırdık. İki kişi tutar götürürdük. Yahut kırk somun ekmeği sedyelere yüklerlerdi. Ben kaldırmazdım mesela. Gece gündüz fırın başındaydık, gece gündüz. Bir tekne yoğurur diğerine girişirdik. Bombalar yağar, biz ekmek pişirirdik…”- Yelena Nikiforovna İyevskaya, er, levazımcı: “Savaşın dört yılını tekerlek üzerinde geçirdim… Verilen adreslere gidiyordum: Şukina Çiftliği, Kojuro Çiftliği. Ön hattaki bir askerin olmazsa olmazı tütün, sigara, çakmaktaşıdır. Bunları depodan alır yola koyulurduk. Kamburumuz çıkarak taşırdık. Sipere kadar atla gidemezsin, Almanlar duyabilir. Sırtında taşıyacaksın. Kamburun çıkarak, cancağızım…”- Mariya Alekseyevna Remneva, asteğmen, postane görevlisi: Yaşım on dokuzdu… Vladimir Oblastı’nın Murom kentinde yaşıyordum. Kırk bir yılının ekiminde bizi otoyol inşasına gönderdiler. Muhabere okuluna, posta hizmetleri kursuna gönderildim. Kurs bitiminde kendimi hareket ordusuna bağlı Altmışıncı Nişancı Tümeni’nde buldum. Alay postanesinde subaydım. Ön hattakilerin mektup aldıklarında nasıl ağladıklarını, zarfları nasıl öptüklerini gözlerimle görüyordum. Birçoklarının yakınları ölmüştü ya da düşman işgalindeki bölgelerde yaşıyordu. Yazamazlardı. Bu yüzden Bir Yabancı rumuzuyla mektuplar kaleme alıyorduk biz: ‘Sevgili asker, bu mektubu sana yabancı bir kız yazıyor. Düşmanı eziyor musun? Ne zaman zafer kazanıp eve döneceksin?’. Geceleri oturup böyle şeyler uyduruyorduk… Savaş boyunca bu tür yüzlerce mektup yazmışımdır…/Archive/2021/1/28/121454602-26-.jpgALEKSİYEVİÇ’İN İTİRAFI!Birkaç sene içinde daha yüzlerce hikâyeyi not etmiş yazar Svetlana Aleksiyeviç. Savaş âlemi, bilmediği bir yönüyle gitgide daha da şaşırtmış onu. Öyle ya bu kitabı yazmaya başlayana kadar düşünmemiş, merak etmemişti; insan boyundan alçak siperlerde, çıplak toprak üzerinde, ateş başında uyumak, çizme ve kaputla gezmek, hiç gülememek, dans edememek ne demekti onlar için? Yazlık elbise giyememek? Pabuçlardan, çiçeklerden uzak düşmek… Ne de olsa yaşları on sekiz-on dokuzdu!Yaygın kanıya uygun olarak savaşta kadın yaşantısına yer olmadığını düşündüğünü, kadın gibi yaşamanın imkânsız, neredeyse yasak olduğunu düşündüğü itiraf ediyor Vasilyeviç. Tüm bu süreç içinde cephedeki kadınlarla yaptığı konuşmalar ve incelediği sayısız raporlar, belgeler sonucunda ise çok kısa bir süre içinde ne kadar yanıldığını anlıyor da anlıyor! KADIN DOĞASI VE GÜZELLİK!Fark ettiği bir şey de; kadınlar neden bahsederlerse etsinler, bu ölüm bile olsa, varlıklarının yok edilemez bir parçasını teşkil eden güzelliği hep hatırlıyorlardı. Naif genç kızlık hilelerinden, küçük sırlarından, savaşın “erkekçe” yaşayışı ve işleri ortasında ne olursa olsun kendileri kalma arzularından neşe ve keyifle bahsediyorlardı. Doğalarına ihanet etmek istememişlerdi. Onu da özlüyorlardı hem de nasıl!Üzerinden kırk yıldan fazla bir süre geçmesine karşın kimi şaşırtıcı detaylar, tonlar, renk ve sesler dahi belleklerindeydi. Dünyalarında gündelik hayatla varoluş iç içe geçmişti. Savaşı yaşamdan bir kesit olarak anımsıyorlardı. İnsani olan, özü itibariyle gayriinsani olana galebe çalıyordu:- Y. Yermakova, muhabereci: “Piyade A. Strotseva, tabutun içinde yatarken nasıl da güzeldi… Gelin gibi… (...) Madalya alacağım ama sırtımda eski püskü bir asker gömleği… Gazlı bezden bir yaka diktim. Ne de olsa beyaz… O an kendimi öyle güzel zannediyordum ki. Bir aynacık da yoktu ki elimde bakınayım. Neyimiz varsa bombardımanda gitmişti…”/Archive/2021/1/28/121026542-8-.jpg- Anna Galay, tüfekçi: “Güzelliğim savaşta kaldı, ne acı… En iyi yıllarım orada geçti. Yanıp kül oldu. Sonra zaten çabucak yaşlandım…”- Mariya Nikolayevna Şelokova, çavuş, muhabere mangası komutanı: “Toprağın içinde yaşıyorduk…Köstebekler gibi… Yine de elimizde birkaç süs kalıyordu. Mevsim baharsa bir dal getirir koyuverirdik köşeye. İçimiz açılırdı. Kızlardan birine evinden yün elbise göndermişlerdi. Aslında elbise giymek yasaktı ama yine de imrenmiştik. Ben küpelerimi bir köşeye saklamıştım, geceleri takıp öyle uyuyordum… Üsteğmen pek yakışıklıydı. Bizim kızların hepsi birazcık âşıktı ona. Savaşta askere, yalnızca askere ihtiyaç olduğunu söylerdi bize. Askere ihtiyaç vardı… Bizlerse güzel olmak istiyorduk hâlâ…”- Nadejda Vasilyevna Alekseyeva, er, telgrafçı: “Bir vagon verdiler bize… Yük vagonu… Biz on iki kızız, kalanlar hep erkek. Tren on-on beş kilometre gidip duruyor. On-on beş kilometrede bir kör hatta giriyoruz. Ne su var, ne tuvalet… Erkekler molada ateş yakar, bitlerini silkeler, kurutur. Ya biz ne yapalım? Bir binanın arkasına saklanıp orada soyunuyoruz. Bir örgü kazağım vardı, her milimetresine, her ilmeğine bitler sinmişti. Attım kazağı, kaldım bir elbiseyle. Sağ olsun bir istasyonda yabancı bir kadın bana bir bluzla, eski ayakkabılarını verdi. Uzun süre trenle gittik, sonra uzun uzun yürüdük. Yürürken devamlı aynaya bakıyordum: Bir yerim donmuş mu diye. Akşama doğru yanaklarımın donduğunu gördüm. Ne aptalmışım… Yanaklar donunca bembeyaz olur diye duymuştum. Benimkiler al aldı. Hep donuk kalsalar diye düşünmüştüm. Ertesi gün kararmışlardı…”/Archive/2021/1/28/120945136-5-.jpg- Anastasiya Petrovna Şeleg, onbaşı, balon pilotu: “Güzel kızlarımız çoktu… Bir gün hamama gittik, içinde bir de kuaför var. Eh, birbirimizden göre göre hepimiz kaşlarımızı boyattık. Komutan verdi bize zılgıtı: ‘Savaşmaya mı geldiniz, baloya mı?’.- Stanislava Petrovna Volkova, asteğmen, istihkâm takımı komutanı: “Bana iki ömür sürmüşüm gibi geliyor bazen, birini erkek, diğerini kadın olarak… Harp akademisine girer girmez askeri disiplinle tanıştık: Tek duyduğumuz: “Konuşmayı kes!”, “Muhabbeti kes!” Akşamları azıcık oturmaya, bir şeyler işlemeye can atarsın… Kadınsı bir şeyleri hatırlamaya… Katiyen izin verilmezdi. Bir saat istirahat hakkımız vardı, onda da mektup yazardık; serbest dikilmek, konuşmak mümkündü. Ama öyle gülüşmeler, bağrışmalar yasaktı. Sanırım ben bunlara hiç alışamadım. Bir keresinde cephede ne oldu… Çizmelerim ayağıma üç numara büyüktü; yamulmuşlardı, toz içlerine işlemişti. Ev sahibi kadın iki yumurta vermişti bana: ‘Yolluk yaparsın, pek çelimsizsin, kırılıp gideceksin,’ diyerek. Gizlice, ona göstermeden o iki yumurtayı kırdım, küçücüklerdi, çizmelerimi temizledim. Karnım da açtı tabii ama kadınca kaygılar üstün geldi, o güzel olma isteği. O kaputlar insanın tenini nasıl keser bilseniz, nasıl ağırdır, nasıl erkek işi, kemer filan, her şey. En sevmediğim şey de kaputun sürtünüp boynumu kesmesiydi, bir de şu çizmeler. Adım atışımız değişiyordu, her şey değişiyordu… Mahzun olduğumuzu hatırl76. yıl Yunus NadiÖdülleri 2021
Türkçe Haberler En Son Başlıklar 76. yıl Yunus Nadi Ödülleri 2021 Yunus Nadi Ödülleri 76. yılına girdi. 1946 yılından itibaren yapılan Yunus Nadi Ödülleri Yarışması, gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’ye olan saygı ve sevgiden kaynaklanıyor. Yalnız Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da büyük emeği bulunan Yunus Nadi’nin anısını her yıl tazelemek bizim için bir görev. Yunus Nadi Ödülleri 76. yılına girdi. 1946 yılından itibaren yapılan Yunus Nadi Ödülleri Yarışması, gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’ye olan saygı ve sevgiden kaynaklanıyor. Yalnız Cumhuriyet gazetesinin değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da büyük emeği bulunan Yunus Nadi’nin anısını her yıl tazelemek bizim için bir görev. Cumhuriyet’in Ulusal Bağımsızlık Savaşımızla ve Türkiye Cumhuriyeti ile eşzamanlı ve eşanlamlı bir kuruluş tarihçesi var. Yunus Nadi, gazetemizin temel taşlarını ve misyonunu bu doğrultuda oluşturdu. Yunus Nadi’nin ölüm yıldönümünü geçmişe dönük bir acı olarak değil, geleceğe yönelik bir kültür olayına dönüştürmek amacıyla bu yarışma düzenlendi. Yarışmanın ilk düzenlendiği yıllarda Türkiye’de sanat alanında hiçbir özel ödül yoktu; tek parti dönemiydi ve yalnızca CHP’nin düzenlediği bir şiir ödülü vardı. Aynı dönemde bütün dünyada sanat, bilim ve edebiyat ödülleri ün yapmışlardı. İsveç’te Nobel, ABD’de Pulitzer, Sovyetler’de Lenin, Fransa’da Goncourt ödüllerinin sonuçları ülkemizde de ilgiyle izleniyordu. Türkiye’de de bu alanda öncülüğü Cumhuriyet gazetesi üstlendi. Bundan 76 yıl önce düzenlenen Yunus Nadi Armağan Yarışması’yla kültür ve sanat alanında bir yarışma heyecanı oluşturuldu. Daha sonraki yıllarda ülkemizde de kültür ve sanat alanında yarışma ve ödüllerin sayısı çoğaldı. Yunus Nadi Ödülleri 76 yıl boyunca düzenli olarak gerçekleştirildi ve kültür-sanat alanında amaçlanan katkıları yaptı ve etkilerini duyurdu. Daha önce bir dalda yapılan ödüllendirmenin kapsamı 1990 yılından itibaren genişletildi ve Yunus Nadi Ödülleri adıyla sürmeye başladı. Cumhuriyet gazetesi, çağdaş uygarlığa giden yolun, kültür, sanat, fikir ve bilim yolu olduğunu kuruluşundan beri savunan bir gazete. Bu yoldaki çabaları desteklemek ve özendirmekte Yunus Nadi Ödülleri’nin işlevi sürecek. 2021 Yunus Nadi Ödülleri Edebiyat Ana Dalı’nda öykü, roman, şiir; Görsel Sanatlar Dalı’nda karikatür, fotoğraf; Bilimsel Araştırma Dalı’nda sosyal bilimler araştırması olarak sürüyor. Adaylara başarılar diliyoruz.ÖYKÜÖdüle 1 Şubat 2020 ile 1 Şubat 2021 tarihleri arasında yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazırlanmış bir “kitap dosyası” ile aday olunabilir. Yayımlanmamış yapıtların beyaz dosya kâğıdına makine yazısıyla çift aralıklı yazılmış olması gereklidir. Adaylar yapıtlarını altı adet olarak göndereceklerdir. Ödül bir yapıta verilir. Seçici kurul, ödülü, kitap veya kitap dosyası arasında paylaştırabilir.Seçici Kurul: Hikmet Altınkaynak, Sezer Ateş Ayvaz, Seval Şahin, M. Zaman Saçlıoğlu, Murat Yalçın.ROMANÖdüle 1 Şubat 2020 ile 1 Şubat 2021 tarihleri arasında yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazırlanmış bir “kitap dosyası” ile aday olunabilir. Yayımlanmamış yapıtların, beyaz dosya kâğıdına makine yazısıyla çift aralıklı yazılmış olması gereklidir. Adaylar yapıtlarını altı adet olarak göndereceklerdir. Ödül bir yapıta verilir. Seçici kurul ödülü, kitap veya kitap dosyası arasında paylaştırabilir.Seçici Kurul: Adnan Binyazar, İrfan Yalçın, Konur Ertop, Asuman Kafaoğlu Büke, Zeynep Aliye.ŞİİRÖdüle 1 Şubat 2020 ile 1 Şubat 2021 tarihleri arasında yayımlanmış bir kitap ya da “kitap dosyası” ile aday olunabilir. Yayımlanmamış yapıtların beyaz dosya kâğıdına makine yazısıyla çift aralıklı yazılmış olması gereklidir. Adaylar yapıtlarını altı adet olarak göndereceklerdir. Ödül bir yapıta verilir. Seçici kurul, ödülü, kitap veya kitap dosyası arasında paylaştırabilir.Seçici Kurul: Ataol Behramoğlu, Hüseyin Yurttaş, Doğan Hızlan, Turgay Fişekçi, Eray Canberk.SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMASIÖdüle 1 Şubat 2020 ile 1 Şubat 2021 tarihleri arasında yayımlanmış bilimsel araştırmalarla, yayına hazırlanmış en az 25 sayfa olarak beyaz dosya kâğıdına makine yazısıyla çift aralıklı yazılmış bilimsel araştırmalar katılabilir. Adaylar yapıtlarını sekiz adet olarak göndereceklerdir. Ödül bir yapıta verilir. Seçici kurul ödülü kitap veya kitap dosyası arasında paylaştırabilir.Seçici Kurul: Prof. Dr. Rona Aybay, Dr. Alev Coşkun, Prof. Dr. Emre Kongar, Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Prof. Dr. Örsan Kunter Öymen, Prof. Dr. Barış Doster, Dr. Deniz Yıldırım.KARİKATÜRKarikatürlerin boyutu 30x40 cm’yi geçmemelidir. Her türlü teknik serbesttir. Yarışmaya en fazla beş karikatürle katılabilinir.Seçici Kurul: Metin Peker, Kamil Masaracı, Muhittin Köroğlu, Zafer Temoçin, Akdağ Saydut, Murat Sayın.FOTOĞRAFÖdüle en çok dört adet siyah beyaz fotoğraf ile aday olunabilir. Gönderilecek fotoğrafların en az 18x24 cm. boyutlarında ve daha önce başka bir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir.Seçici Kurul: İsa Çelik, Coşkun Aral, Garbis Özatay, İbrahim Yıldız, Dr. Ersin Turan.HER DAL İÇİN GEÇERLİ GENEL KOŞULLARÖdüller her dalda amatör-profesyonel herkese açıktır. Cumhuriyet mensupları hiçbir dalda ödüle aday olamazlar. Adaylar gerçek ad ve adresleri ile telefon numaralarını belirtmek zorundadırlar. Ancak adaylar ad ve adreslerinin saklı tutulmasını isteyebilirler. Ödül koşullarına uymayan yapıtlar, yarışma dışında tutulacaktır.Adayların, yapıtlarıyla birlikte adlarını ve soyadlarını arkasına yazacakları iki adet fotoğraflarını, açık adreslerinin de yer aldığı katılım belgesini ve yaşamöykülerini 14 Şubat 2021 Cuma günü saat 17.00’ye kadar,“Cumhuriyet Gazetesi Yunus Nadi Ödülleri” Prof. Dr. Nurettin Mazhar Öktel Sokak. No: 2 34381 Şişli / İSTANBUL adresine iadeli taahhütlü olarak postayla ulaştırmaları ya da elden teslim etmeleri gerekmektedir. Yayımlanmış yapıtların daha önce herhangi bir ödül almamış olması koşulu geçerlidir. Zarfın ya da paketin üzerine hangi dal ile ilgili olduğunun yazılması zorunludur. Ödül dallarında konu sınırlaması yoktur. Yapıtlar hiçbir şekilde iade edilmez. Ödül alan ya da herhangi bir şekilde ön elemeden geçirilen yapıtlar, genel yayın ilkelerimiz doğrultusunda gazetemizde yayımlanabilir. Ödül sonuçları gazetemizin kuruluş yıldönümü olan 7 Mayıs 2021 Perşembe günü açıklanacaktır./Archive/2021/1/27/235111581-katilim-belgesi.png cumhuriyet.com.trSağlık lisesi mezunlarıatanamadıklarından başka sektörlerdeçalışıyorlar
Sağlık lisesi mezunları atanamadıklarından başka sektörlerde çalışıyorlar Pandemide önemleri ortaya çıkan nitelikli personel atama mağduru. Sağlık lisesi mezunları kadro bulamıyor, bazıları markette çalışıyor. Sağlık meslek lisesi bölümlerinin acil tıp teknisyeni, anestezi, tıbbi sekreter, radyoloji, diş protez, çevre sağlığı, ortopedi ve hemşirelik bölümünden mezun olanlar KPSS ile yapılan son 6 atamada kadro verilmediği için atanamadı. Sağlık Meslek Lisesi (SML) mezunlarının kadroya geçişte mağdur edildiklerini belirten Tüm Radyoloji Teknisyenleri ve Teknikerleri Derneği Genel Başkanı Heybet Aslanoğlu, sağlık atamalarında şeffaflık ve adalet istediklerini söyledi. Aslanoğlu, “Özellikle Covid-19 pandemisi nedeniyle sağlık personeline en çok ihtiyacımızın olduğu bu süreçte atanmayı bekleyen donanımlı ve nitelikli sağlık mezunlarının yeri evde oturmak değil sahada olmasıdır” dedi.25 BİN KİŞİ BEKLİYORAdil atama beklediklerini söyleyen sağlıkçılar ise “Gelecek kaygısı yaşıyoruz. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya sesleniyoruz! Yıllardır atanma umudu ile bekleyen SML mezunlarının sesini duyun. Atamalarda branş dağılımında adalet istiyoruz” diye konuştular. Atama bekleyenlerin toplam sayısı 25 bini buluyor.RADYOLOJİ TEKNİSYENİ MUAZZEZ ACAR: KPSS’de yüksek puan almama rağmen kadro açılmadığı için yerleşemedim, mağdur edildik. İşimi yapmak istiyorum. Aileme katkı sunmak ve geleceğimi kurmak istiyorum.ÇEVRE SAĞLIĞI TEKNİSYENİ ÖZLEM YILMAZ: Zor şartlarda maddi zorluk çekerek okudum. Bölüm yıllardır 5-10 kişi gibi çok düşük alım yapıyor. Adından da alışıldığı gibi koruyucu sağlık hizmetlerinin başında yer alan çevre sağlığı teknisyeni olarak artık atanmak istiyorum.HÜSEYİN EŞİBAYAN: Ortaöğretim tıbbi sekreterim. Çalışma alanı geniş bir bölüm okumama rağmen kadrolarda adil dağıtım yapılmıyor. Yerimize taşeronlar çalıştırılırken ben ise markette çalışıyorum. Bizler ortaöğretim tıbbi sekreterler Covid-19 pandemi döneminde sahada olmak istiyoruz.AYŞE BARAN: Acil tip teknisyenliği bölümü mezunuyum. Bize ayrıcalık tanınsın istemiyoruz. Kadrolar tüm branşlar arasında adil dağıtılsın, biz de başkaları da mağdur olmasın istiyoruz. Yeterli kadro açılmadığı için atanamıyoruz. Artık adil atama istiyoruz.PINAR TEZCAN: Anestezi bölümünden mezun oldum. Hastanın ameliyathaneye alınmasından itibaren uyutulması, cerrahi operasyon dönemi boyunca takibi, uyandırılmasını içeren süreçte hastanın bütün hayati fonksiyonlarını yürüten, pandemi sürecinde solunum fonksiyonlarının takibinde gerekli eğitimi almış anestezi teknisyenleri yok sayılıyor.SEVDA MUTLU: Sağlık meslek lisesi tıbbi laboratuvar bölümü mezunuyum. Sağlık kuruluşlarında pandemi sürecinde PCR laboratuvarlarında personel eksikliğine rağmen yıllardır olduğu gibi yine yok sayılıyoruz. Gelecek kaygısı yaşıyoruz. Artık umudumuzu yitirmek üzereyiz. Sibel BahçetepeCHP'liŞahin: Türkiye yurtdışına bağımlıhale getirildi
CHP'li Şahin: Türkiye yurtdışına bağımlı hale getirildi Sağlık Bakanlığı’na bağlı Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın (TÜSEB) resmi internet sitesinde yer alan “Türkiye’de Aşı ve Serum Üretiminin Tarihçesi” başlıklı yazıda “Türkiye’nin aşı ihtiyacını dış ülkelerden karşılayan bir ülke konumuna getirildi” tespiti yer aldı. Sağlık Bakanlığı’na bağlı Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın (TÜSEB) resmi internet sitesinde yer alan “Türkiye’de Aşı ve Serum Üretiminin Tarihçesi” başlıklı yazıda “Türkiye’nin aşı üreten ve ihraç eden bir ülke konumundan aşı ihtiyacını dış ülkelerden karşılayan bir ülke konumuna getirildi” tespitinde bulunuldu. CHP Balıkesir Milletvekili Op. Dr. Fikret Şahin, yazıyı “Ulusal aşı bağımsızlığımızı kaybettiğimizin itirafıdır” ifadeleriyle değerlendirdi.Türkiye’nin şu anda aşı ihtiyacını karşılamak için her yıl 200 milyon dolar ödeme yaptığını anımsatan Şahin, özetle şunları söyledi: “1928 yılında kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’yle birlikte kendi aşımızı üretmeye başlamıştık. Ülkemizin ihtiyaçları doğrultusunda 18 tür aşı bu tesiste üretiliyordu. Hatta bu aşıları yurtdışına ihraç eder duruma dahi gelmiştik. 2011 yılında ise yerli ve milli olduğu iddiasında olan AKP iktidarı, 663 sayılı KHK ile bu kurumu kapattı. Gerekçe ise tesisin teknolojik olarak geri kaldığı ve modernize edilmesi için 40 milyon dolar harcanması gerektiğiydi.” Sibel BahçetepeEğitim Sen SamsunŞube BaşkanıArzu Topaloğlu:‘Sınıflarıseyreltin, atama yapın’
Eğitim Sen Samsun Şube Başkanı Arzu Topaloğlu: ‘Sınıfları seyreltin, atama yapın’ Okulların 15 Şubat’ta kademeli olarak yüz yüze eğitime başlaması gündemde. Eğitim Sen Samsun Şube Başkanı Arzu Topaloğlu, yüz yüze eğitimin aşı takvimine göre yapılmasını vurgularken, "Sınıfların seyreltilmesi ve bunun için ek atama yapılması" gerektiğini söyledi. Eğitim Sen Samsun Şube Başkanı Arzu Topaloğlu, okullarda yüz yüze eğitime geçilmeden önce önlemlerin alınmasını ve yüz yüze eğitimin aşı takvimine göre planlanması gerektiğini söyledi. Topaloğlu konu ile ilgili olarak yaptığı açıklamasında “Israrla vurguladığımız, sınıfların seyreltilmesi ve bunun için ek atama yapılması, eğitim kurumlarının temizlik altyapılarının düzenlenmesi, öğrencilerin servis ve beslenme sorunlarının pandemi koşullarına uygun bir şekilde planlanması yapılmadan eğitim kurumlarını açmaya çalışmak ileride telafisi imkânsız sonuçlara yol açacaktır” dedi. Cemil CiğerimMHP lideri Bahçeli’nin, Davutoğlu’na yönelik sözleri tartışma yaratmıştı: 'Hükümeti kurdurmadı'
MHP lideri Bahçeli’nin, Davutoğlu’na yönelik sözleri tartışma yaratmıştı: 'Hükümeti kurdurmadı' MHP, Bahçeli’nin “Açıklarsak insan içine çıkamazsın” sözlerinin perde arkasını Cumhuriyet’e anlattı. MHP kanadı, “Davutoğlu 2015 seçimleri sonrası koalisyon istemedi, çözüm süreci ve HDP’de ısrar etti” dedi. MHP’li kaynaklar Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin önceki günkü grup toplantısında, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’na yönelik “Şayet koalisyon hükümeti kurmak amacıyla bize geldiğinde söylediklerini açıklamış olsaydık insan içine çıkacak yüzü olmaz, hali kalmazdı” sözlerinin perde arkasını Cumhuriyet’e açıkladı. Bahçeli’nin bu sözlerle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu ile yaklaşık 45 dakika süren istikşafi görüşmeye atıfta bulunularak, “O dönem koalisyon hükümetini kurdurmayan Davutoğlu’dur. MHP’yi azınlık hükümeti kurmaya ikna etmeye çalışarak, aslında erken seçimin kapısını göstermiştir. Sonra da MHP’yi ‘hayırcı’ ilan etmiştir. Oysa Bahçeli’nin yanında içinde koalisyon şartlarını içeren siyah çantası bulunmaktaydı” bilgisi paylaşıldı. MHP’li kaynaklar, o görüşmenin perde arkasını, Cumhuriyet’e şöyle anlattı:HDP’Yİ ANAHTAR GÖSTERDİSayın Devlet Bahçeli, o görüşmede, Davutoğlu’na, “Eğer MHP ile AKP arasında bir koalisyon hükümeti kurulacaksa, bunda ‘Türkiye’nin emniyet anahtarı’ olarak görülen MHP’nin birtakım şartları bulunduğunu” söyledi. Bu şartlardan ilki, o zaman yürütülen çözüm sürecinin derhal sona ermesi ve terörle mücadelenin kaldığı yerden devam etmesiydi. Ancak Davutoğlu, o dönem “çözüm sürecinde” ısrarlı bir tutum sergiledi. “HDP’nin de bu sürecin anahtarı olduğunu” ifade etti. Bu şartlar altında Bahçeli, asla HDP ile yürütülecek bir siyasi organizasyon içinde yer almayacağını deklare etmiş ancak Davutoğlu bu konudaki tutumunda ısrarcı olunca, Bahçeli, Davutoğlu’na, “HDP ile görüşme yapması gerektiğini, MHP’nin Meclis’te milletin kendisine verdiği muhalefet görevini yerine getireceğini” belirtmiştir. ANAYASANIN İLK 4 MADDESİ ŞARTIO dönem de aynı bu dönemde olduğu gibi yeni anayasa tartışmaları yapılıyordu. HDP, çözüm sürecinden de hareketle, bu anayasa çalışmalarında, “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesinden, bu eyaletlerin her birinin özerk bir yapıya kavuşturulmasına, Türkiye Cumhuriyeti’nin “bölünmez ulusal ve üniter yapısını bozacak” adımlara kadar pek çok maddenin yeni anayasada yer alması gerektiğini savunuyordu. Bahçeli, görüşmede, çözüm sürecinden hareketle, Davutoğlu’na, “anayasanın değiştirilemez olan ilk 4 maddesi üzerindeki MHP’nin kırmızı çizgisini” anımsattı. Ancak Davutoğlu, MHP’nin bu şartını da desteklemedi. SİYAH ÇANTA HAZIRDISayın Genel Başkan Bahçeli, Davutoğlu ile görüşmeye, koalisyon için hazırladığı belgelerin bulunduğu bir siyah çanta ile gitti. Ancak Davutoğlu’nun tavrı sonrasında Bahçeli, çantasını göstererek, “Böyle bir durum karşısında bu şartlar (koalisyon için MHP’nin şartları) kabul edilmiş olsaydı bu dosyayı size verebilirdim. Bu şartlar altında görüşmeler devam edebilirdi” diyerek, görüşmeyi sonlandırmıştır.AZINLIK HÜKÜMETİ İSTEDİ, SONRA DA MHP’Yİ HAYIRCI İLAN ETTİ‘ERKEN SEÇİM’ GÜNDEMİYLE GELDİ: Davutoğlu, CHP ile yürüttüğü görüşmeler sonrasında, henüz MHP ile bir görüşme yürütülmeden, “erken seçimin güçlü bir ihtimal olduğunu” kamuoyuna açıklamıştı. MHP ile görüşmeye geldiğinde de henüz koalisyon için gereken şartlar görüşülmeye başlanmadan, “parlamenter sistemde Meclis çoğunluğu olmayan partilerin oluşturduğu azınlık hükümeti” teklifini gündeme getirdi. MHP’nin asla böyle bir “azınlık hükümetine destek vermeyeceğinin” altı kalın çizgilerle çizildi. Davutoğlu, o dönem MHP’ye, “seçim hükümeti” teklifinde de bulundu. Sonrasında da “koalisyonu kurmak istemeyen tarafı MHP olarak gösterip kamuoyunda bir algı yaratarak, MHP’yi ‘hayırcı’ ilan etmiştir.” Selda GüneysuYurttaşlar, aile hekiminden devlet hastanesineücretödemek zorunda
Yurttaşlar, aile hekiminden devlet hastanesine ücret ödemek zorunda İktidarın “ücretsiz sağlık vaadi” gelinen noktada sözde kaldı. Son yapılan Genel Sağlık Sigortası borcu yapılandırmasıyla yurttaş en fazla bir yıl daha sağlık hizmeti alabilecek. Bir yılın sonunda primini ödeyemeyen, 50 lira ile başlayan muayene ücretini ve birikmiş borçlarını ödemek zorunda. AKP iktidarının “ücretsiz sağlık” vaadi, 19 yılın sonunda borç ertelemelerine dönüştü. Son yapılan Genel Sağlık Sigortası borcu ertelemesiyle, yurttaşlar 1 yıl daha sağlık hizmeti alabilecek. Ancak 1 yılın sonunda primini ödeyemeyenler, 50 TL ile başlayan muayene ücretlerini ve birikmiş borçlarını ödemek zorunda kalacak.AKP’nin 19 yılda en çok gündeme getirdiği konulardan biri sağlık hizmetleri oldu. Sağlığa ilişkin sık sık açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Sosyal güvenlik sistemimizin kapsayıcılığı sayesinde vatandaşlarımıza testten teşhise, tedaviden ilaca kadar gereken her şeyi ücretsiz sunduk” gibi ifadeler kullandı. Ancak Türkiye’de sadece aile hekimine muayene olanlardan bile 3 TL’lik bir muayene ücreti alınıyor. Devlet hastanelerinde muayene ücreti ise herhangi bir sağlık güvencesi varsa, her bir muayene için 6 TL olarak ödeniyor. Bu ücret yurttaşlardan eczanelerden ilaç alınırken tahsil ediliyor. Eğer aktif sosyal güvence yoksa, devlet hastanesinde muayene olunabiliyor. Ancak bunun için sigortasız devlet hastanesi muayene ücretini ödemek gerekiyor. Sigortasız hasta muayenesinin devlet hastanesinde ücreti, 2021 yılı için yaklaşık 50 TL. Genel Sağlık Sigortası’nın primi de 2021 yılı için 107,33 TL.BORÇLAR SADECE ERTELENDİTürkiye’de 4 milyona yakın insan, 2021 yılı için belirlenen Genel Sağlık Sigortası primini ödemekte zorluk çekti. Özellikle Emeklilikte Yaşa Takılan yurttaşlar, sağlık hizmeti alamadığı için duruma tepki gösterdi. Buna karşın Erdoğan tarafından yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararı ile GSS ve Bağ-Kur prim borcu olanların yıl sonuna kadar devlet hastanelerimdeki sağlık hizmetlerinden faydalanmaya devam edeceği bildirildi. Böylece, borçlar bir yıl ertelenmiş oldu. Ancak 2022 yılında yurttaşlar, sağlık hizmetine ulaşabilmek için yine birikmiş borçlarını ödemek zorunda olacak.Öte yandan sosyal güvencesi olmayanlar devlet hastanesinde kan testi, MR çekilmesi veya ultrason gibi testlerin yapılması için fazladan ücret ödemek zorunda. Sosyal güvencesiz bir yurttaşın, 50 TL’lik muayene ücretinin yanında 20 TL’ye kadar ulaşan kan testi ücretini de ödemesi gerekiyor. Ultrason ücreti ise 20-25 TL arasında değişiyor. MR çektirmek için de ortalama 60 TL daha vermek gerekiyor. Sosyal güvencesi olanlar ücretsiz ameliyat olabiliyor ancak güvenceniz yoksa olacağınız ameliyata göre ödeyeceğiniz fiyat değişiyor.‘HASTA ALT BEZİ ALMAK DA SORUN’“Ücretsiz sağlık” iddiasını değerlendiren Ankara Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Muharrem Baytemur, “Bu iddianın bir gerçekliği yok. ‘Ücretsiz sağlık’ söyleminin gerçek olmadığını en basitinden aile hekimi için kesilen muayene ücretinde bile görebiliyoruz” dedi. Bunların yanında sorunlarına çözüm bekleyen ağır hastalar olduğuna da dikkat çeken Beytemur, “Bazı hastaların çok büyük sorunlar var. Örneğin, hasta alt bezi almak. Sosyal medyada, hastasına alt bezi almak için yardım isteyen insanları görebiliyoruz” ifadelerini kullandı. Sarp SağkalAydın-Denizli otobanısözleşmesiyle ilgili sorular yanıtsız
Aydın-Denizli otobanı sözleşmesiyle ilgili sorular yanıtsız CHP Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, maliyeti 7 milyar lirayı bulacağı belirtilen Aydın-Denizli otobanında araç başına verilen garanti miktarı ve sözleşmenin ayrıntılarını sordu. Bakanlık, yanıtta yurttaşın cebinden çıkacak para bilgisini değil de 18 yılda yapılan yolların kilometresini verdi. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, toplam maliyeti 7 milyar lirayı bulacağı belirtilen Aydın-Denizli otobanı için yüklenici firma ile yapılan sözleşmenin ayrıntılarını gizledi.CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, Aydın - Denizli arasında yapılacak 163 kilometrelik otobana ilişkin, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun yanıtlaması istemiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi verdi. Önergede, otoban için yüklenici firma Fernas İnşaat ile sözleşme imzalandığı anımsatıldı ve proje tutarının 7 milyar lirayı bulabileceğinin ifade edildiği belirtildi. Önergede, yap - işlet - devret modeliyle ihale edilen proje için Karayolları Genel Müdürlüğü’nün yüklenici firmaya 35 bin araç geçiş garantisi verdiği ve geçiş ücretinin kilometre başına Avro cinsinden 5 cent olarak fiyatlandırıldığı iddiası da yer aldı. Karaca, söz konusu projenin toplam yatırım maliyeti, araç başına verilen garanti miktarı ve garantinin neye göre belirlendiği gibi sorulara yanıt istedi.‘ÇOK OTOBAN YAPTIK’Bakanlıktan verilen yanıtta 2020 yılı sonu itibarıyla Türkiye’de otoyol uzunluğunun 3 bin 523 kilometre olduğu ve bunun bin 809 kilometresinin 2002 - 2020 yılları arasında yapıldığı anlatıldı. Toplam 273 kilometrelik otoyol projesi yapımının devam ettiği belirtilen yanıtta projelere esas araç geçiş sayılarının Ulaşım Ana Planı verileri ışığında belirlendiği ifade edildi. Yanıtı gazetemize değerlendiren Karaca “İhale bedelinin ne kadar olduğu, vatandaşın cebinden garanti ödemesi kapsamında ne kadar çıkacağı gibi vatandaşımızın çıkarları ve menfaatlerini önceleyen ya da bilgi edinme kapsamında hakkı olan sorular sordum. Ancak Ulaştırma ve Altyapı Bakanı öyle bir cevap verdi ki gerçekten akıllara zarar. Aslında bakana çok kızmamak, çok eleştirmemek gerekir çünkü kendisinin de bu sorulara yanıt verecek gücü, yetkisi yok. Bakanın da tüm bakanlıkların da bu anlamda sorumlulukları yüksek ama hiçbir şekilde görevleri, yetkileri yok. Tüm yetki tüm görev sadece saraydaki tek adamda” diye konuştu. Hazal OcakTarımıdışa bağımlıhale getiren iktidar gıda fiyatlarından yakınıyor
Tarımı dışa bağımlı hale getiren iktidar gıda fiyatlarından yakınıyor Sıfır gümrük vergileri ve teşviklerle ülkeyi tarımda dışa bağımlı hale getiren iktidar, şimdi de fiyatlardan yakınıyor. Çiftçinin kredi borcu 130 milyar liraya ulaştı. İcralık olan çiftçi tarlasını, traktörünü sattı. Türkiye yüzde 30’luk payla en çok ithalat yapan ülke oldu. Sıfır gümrük vergileriyle, teşviklerle ülkeyi tarımda dışa bağımlı hale getiren AKP, şimdi de bu politikaların sonucu olan gıda fiyatlarının yüksekliğinden yakınıyor. Oysa fiyatlardaki artışın temel nedeni uygulanan bu yanlış politikalar. Para kazanamayan çiftçinin banka ve kooperatiflere milyarlarca lira borcu var. Ucuza ürün tüketemeyen yurttaş ise markete para yetiştiremiyor. Harcamayı kredi kartı ile yapıp bankaya borçlanıyor. Devlet yeterli denetimi yapmıyor. Tarımda kâr tamamen şirketlere ve aracılara kalıyor.ÇİFTÇİ BORÇ BATAĞINDAArtan gıda fiyatları, salgın nedeniyle zaten geliri düşen yurttaşın bütçesini sarsarken, diğer yandan ürününü ucuza satan çiftçi ise borç batağında yüzüyor. Çiftçinin kullandığı banka kredileri 130 milyar TL’ye yaklaştı. Tarım kredi kooperatiflerinin kullandırdığı kredilerin tutarı da yaklaşık 9 milyar TL. Borcunu ödeyemeyen çiftçi takibe düşmemek için başka bankalardan yüksek faizle aldığı kredilerle borcunu kapatmaya çalışıyor. İcralık olan çiftçi, tarlasını, traktörünü satıyor. Yurttaş ise artan gıda fiyatlarıyla başa çıkabilmek için banka kredisi ve kredi kartlarına biraz daha yükleniyor. Bir süre sonra borç ödenemiyor. Bireysel takip borçlularından halen borcu devam eden kişi sayısı tüketici kredilerinde 2.3 milyon kişi. Bireysel kredi kartlarında ise 2.4 milyon kişi.Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Baki Remzi Suiçmez, tarımda planlama yetersizliğinden arz talep dengesinin sağlanamamasına, girdi maliyetlerinin yüksekliğinden dışa bağımlılığa, kuraklık ve salgından dünyada fiyatların yükselmesine kadar birçok sorun bulunduğuna dikkat çekti. Zincir marketlerin fiyatları belirleyip yönlendirdiklerini, bu tekelci yapının mutlaka kamu tarafından denetlenmesi gerektiğini belirten Suiçmez, fiyatı arttığı için eleştiri konusu olan ayçiçeğindeki duruma dikkat çekti. Suiçmez, şunları söyledi: “Ayçiçeği konusunda ülkemiz zaten hem tohum hem yağ konusunda dışarıya bağımlı. 2002’den 2020’ye kadar ithalat miktarı 8.5 kat artmış durumda. Dünya ithalatının yüzde 30’u ile birinci sıradayız. ABD Tarım Bakanlığı’nın tahminlerine göre de ithalat oranımız yüzde 37’ye kadar çıkacak. Dünyada kuraklığın da etkisiyle ayçiçekyağına olan aşırı talep nedeniyle ağustosta ton başına 390 dolar olan fiyat, kasımda 605 dolara kadar çıktı. 2016’da 382 bin ton yağlık ayçiçeği tohumu ithalatı yapılırken, 2019’da 1.1 milyon ton ayçiçeği tohumu ithalatı yapıldı. Ayçiçeğinde kendimize yeterlilik oranımız yüzde 66.4. Üretim eksiğimiz var.”‘İTHALAT YANLIŞINA DÜŞÜLDÜ’Suiçmez, üretimin artırılması, desteklerin zamanında verilmesi, planlamada ayçiçeğine öncelik tanınması, girdi maliyetlerinin düşürülmesi, kredi faizlerinin aşağıya çekilmesi gerektiğini vurguladı. Tüm bunları yaparak çiftçinin üretmesini sağlamak yerine çözüm olarak ithalat yanlışına düşüldüğüne işaret eden Suiçmez, 5 Kasım’da ayçiçeği ithalatında gümrük vergisinin sıfırlandığını, 25 Kasım’da ise ayçiçek yağında yüzde 36 olan gümrük vergisinin yüzde 3’e indirildiğini anımsattı.‘FİYATLAR BÖYLE DÜŞMEZ’Fiyatların düşmesini beklerken yüzde 50 arttığına dikkat çeken Suiçmez, “Vergileri sıfırlayarak içeride yağ fiyatları düşmez. Salgın ve kuraklık nedeniyle daha pahalı ithalat yapmak zorunda kalırız. Gıda fiyatları da düşmez. Üreticimiz kazanamaz. Tüketicimiz ucuz yağa ulaşamaz. Bizim içeride üretimi artırmamız lazım” dedi. Buğdayda, soyada, mısırda da durumun aynı olduğunu anlatan Suiçmez, bu ürünlerin aynı zamanda yem maddesi olarak kullanıldığını, fiyatlardaki artışın otomatik olarak et, yumurta ve süt fiyatlarını artırdığına vurgu yaptı. “Çiftçinin eline geçen para artmıyor” diyen Suiçmez, çayır ve meraların önemine işaret etti. Son olarak maliyetlerin yüksekliğinden şikâyet eden üreticilerin çağrısı üzerine Biyogüvenlik Kurulu’nun mısır ve soyada GDO’lu hayvan yemine izin verdiğine işaret eden Suiçmez, bunu da yanlış bulduklarını söyledi. Suiçmez, “Yanlış devam ettiriliyor. Çiftçinin kazanması, tüketicinin ucuza ürün alması sağlanamıyor. Ana kâr şirketlere gidiyor. Zincir marketlere, aracılara gidiyor. Kamu yeterli denetimi yapmıyor. Alanı özel sektöre bırakıyor. En önemli sorun bunlar” dedi. Gıda fiyatlarını “dışalımla terbiye etme” anlayışının ülkeyi birçok üründe dışı bağımlı hale getirdiğini belirten Suiçmez, kendi çiftçimizden esirgenen desteğin başka ülke çiftçilerine verilmeye devam ettiğini söyledi. Suiçmez, “Ülkemizde önceki yıllarda olduğu gibi pandemi sürecinde de yapısal sorunları çözmek yerine ‘yerli ve milli’ söylemi dışında maalesef yerli üretimi ve üreticiyi korumaya yönelik somut ekonomik desteklere dayalı üretim seferberliğine yönelik kamucu tarım politikaları uygulamaya konulmamaktadır” dedi.ZEYTİNYAĞINDA DURUM NE?Türkiye, zeytinyağında üretici ülkelerden birisi. Ancak diğer ürünlerde olduğu gibi zeytinyağında da en az kazanan yine çiftçi. Yıllardır üretici, zeytinyağını maliyetinin çok altında düşük fiyattan sattı. Bu yıl ise çiftçi zeytinyağını 20-25 liradan satıyor. Çok daha düşük fiyattan yağı alan tüccar da var. Market raflarında ise zeytinyağının litre fiyatı 30 liradan başlıyor 50 liraya kadar çıkıyor. Çeşitli adlar altında daha yüksek fiyattan satılan da var. Sonuç olarak çiftçi yine kazanamıyor. Kazanan, şirketler ve aracılar oluyor. Mustafa Çakır