Turkish News Agency - TNA - THA

Turkish News - Türk Haber Ajansı - Haberler

Wednesday, 07.03.2024, 04:42 PM (GMT)

Türk Tiyatrosunun en büyük yazımakinesi!

Türkçe Haberler En Son Başlıklar Türk Tiyatrosunun en büyük yazı makinesi! Usta tiyatro araştırmacısı, yazar, çevirmen, yönetmen, kültür tarihçisi Prof. Dr. Özdemir Nutku (12 Ocak 1931- 8 Kasım 2019) yapıtlarıyla varlığını sürdürmeye devam ediyor... Suda Ayak İzleri 1,2 - Anılar ve İzdüşümleri (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları); yazın tarihimizde Ahmet Midhat, Şemseddin Sami gibi yazı makinelerinin yanına ismi eklenebilecek, üretkenliği, kültürümüze, dilimize katkılarıyla, düşünsel ve sanatsal kimliğini bu denli yetkince bileştiren az sayıda aydınımızdan biri olan öğretmenimizin, şimdilik yayımlanan son ürünü. Nutku’nun sanat yaşamını paylaştığı, güzel Türkçe’nin peşine takılıp şiir tadında okunan ve sürprizler sunan bir anılar yumağı. 1200 sayfa olarak yayımlanan anılar, tiyatro tarihimizin 70 yıllık geçmişine ayna tutuyor. /Archive/2021/3/24/172339167-ic1.jpgRÖNESANS ÇAĞININ ÇALIŞKANLIĞIYLAÖzdemir Nutku öğretmenimiz üretmeye devam ediyor: Suda Ayak İzleri-I-II-/Anılar ve İzdüşümleri (T.İş Ban. Yayını, 2021). Bu yapıt, öğretmenimizin çalışkanlığının şimdilik son ürünü. Anılar ne denli öznel olursa olsun, Shakespeare’in benzetmesiyle, tarihe tutulan bir ayna, yaşamla hesaplaşmanın anlatısı, öğretmenimizin deyişiyle, “Anılar, ölüme karşı yaşamayı seçmektir”.Tiyatromuzda anılarını yayımlanan ilk sanatçı, Ahmet Fehim Efendi’dir. Vakit gazetesinde, “Sahnede Elli Sene”( 8 Temmuz-17 Eylül 1926) başlığıyla yayımlanan anıları, ancak 1977 yılında Ahmet Fehim Bey’in Hâtıraları adıyla kitaplaşır.H. Fahri Ozansoy’dan V. Rıza Zobu’ya, Haldun Dormen’den Gülriz Sururi’ye, Mücap Ofluoğlu’ndan Muhsin Ertuğrul’a, Nedret Güvenç’ten Dame Ninette de Valois’ya, Cahit Irgat’tan Macide Tanır’a Kemal Bekir’den, Ferhan Şensoy’a, Suphi Tekniker’e, Umur Bugay’dan Yücel Erten’e nice sahne sanatçımız anılarıyla bizleri büyülü dünyalarıyla buluşturdular. Tiyatro tarihimizi zenginleştiren bu anılar için sanatçılarımıza ne denli teşekkür etsek az…Ülkemizde ilk kez, Osmanlı tiyatrosunun ünlü tiyatro sanatçısı, Mardiros Mınakyan’a, sanat yaşamının 50. yılında (1912), jübile düzenlenir, “maarif nişanı” verilerek ödüllendirilirken bir jübile kitabı da yayınlanır. Sanatlarıyla, ustalıklarıyla alanlarında seçkinleşen kimi sanatçılarımız için jübileler düzenlenip armağan yapıtlar yayınlansa da bu güzel gelenek yaygınlaşamadı…/Archive/2021/3/24/172348604-kapakic2.jpgSuda Ayak İzleri anı yapıtıyla sanat yaşamını bizlerle paylaşan, tiyatromuzun, tiyatro tarihimizin en çalışkan evlatlarından birisi olan Prof. Dr. Özdemir Nutku (12 Ocak 1931- 8 Kasım 2019), yazmak eylemine şiirle başlar: Eller (1950). Ülkemizde, tiyatro bilim dalının ilk akademisyenlerinden olan, büyük emeklerin ürünü, 150’ye yakın yapıta imza atan Özdemir Nutku öğretmenimizin yazdığı 60 kadar tiyatro araştırması, sahne sanatları tarihimizin de başyapıtlarını oluşturur...Gerçekte, Özdemir Nutku, bir tiyatro araştırmacısı mı, bir yazar mı, çevirmen mi, yönetmen mi, bir kültür tarihçisi mi sorularını sormanın tam yerindeyiz diyorum. Çünkü onu yakından tanıyıp birlikte çalışmanın bizlere kazandırdıklarıyla, bu soruların ortak yanıtı evettir...İnsanüstü bir çalışma temposu içinde, tiyatro sanatına olan tutkusuyla, çalışmak eyleminin hakkını, diline, kültürüne ödeyen bu güzel insan, bir öğretim üyesi olarak derslerinde bizlere öğrettiği gibi, bence tiyatromuzun "Rönesans İnsanı"dır...Dünya Tiyatrosu Tarihi’nden tiyatro sanatımızın hâlâ tam olarak bilemediğimiz şenlikler dünyasına, canlandırma sanatına uzanan araştırmalarıyla, IV. Mehmet'in Edirne Şenliği (1972), Meddahlık ve Meddah Hikâyeleri (1978) özgün araştırmalar olarak, bugün de birincil kaynaklarımızdır...Tiyatro ve Yazar (1960), Ö. Nutku'nun yayımlanan ilk tiyatro incelemesi olurken Oyun Yazarı (1965) ile tamamlanan, oyun yazımına, dramaturgiye ilişkin bilgiler, Tiyatro Enstitüsü'ndeki oyun yazma seminerlerinin sonuçlarını da yansıtırlar.../Archive/2021/3/24/172358010-ic3ic8-.jpgTürkiye'de, sahneye ilişkin ilk bilgileri, halkevlerinin Anadolu'ya, tiyatro sanatını yaygınlaştırma çabalarında buluruz. Sahne sanatına, oyuncunun sahnedeki konumuna, rejiye, dekora ilişkin bu temel bilgileri, ilk kez, Muhsin Ertuğrul'un Yedigün'deki bir dizi yazısından öğrenen Anadolulu tiyatro sevdalıları, Tiyatro Yönetmeninin Çalışması’na(1974) [Sahne Bilgisi (1990)] değin usta çırak ilişkisine dayanan bilgilerle yetinerek öğrenmişler, çalışmışlardır.Tiyatro sanatının öğretilebilirliği adına, ülkemizdeki ilk sahneleme teknikleri kitabı olan bu çalışma, bugün de alanında tek örnek araştırma / yayın olarak önümüzde durmaktadır...Batı'da, sahneleme tekniklerinden konuşma tekniklerine, mimikten, rol çalışmasına, makyaja değin yayımlanmış uzmanlık kitaplarına uzak yaşayan tiyatro dünyamız, bu yapıtın ardılını yaratamamanın eksikliği içindedir...Tiyatro sanatını, Türkçe düşünerek yaşayan bizler için, yabancı terimlerle boğuşmak olağan bir eylemdi. 1966 yılında, Haldun Taner ve Metin And ile birlikte hazırladıkları Tiyatro Terimleri Sözlüğü’nü Gösterim Terimleri Sözlüğü'ne (1983) dönüştüren Nutku, dil ile düşünce arasındaki bağı, bu "meslek erbabına" öğretirken Türkçe’ye katkısı yadsınamaz “çalışkan” bir dilbilimcidir de…/Archive/2021/3/24/172406010-ic4.jpgOyunculuk Tarihi (1995) gibi özel bir incelemeyi, Türkçe’de yine ilk kez gerçekleştiren Nutku’nun önemli çalışmalarından birisi de içeriğiyle çocuk ve oyun kavramlarını bütünleş-tiren, yaratıcı dramanın temel araçlarını irdeleyen Oyun, Çocuk, Tiyatro (1998) kitabıdır.Bu çalışmanın öncelinin Zeynep'in Tiyatro Kitabı'nda (1983) okul tiyatrosuna yönelen Nutku'nun, bu kitabıyla da çocuk eğitimindeki bir boşluğu doldurduğuna inanıyorum. Yazımın sınırları içinde birçok yapıtının adını olsun anmadığımı biliyorum.Ancak özgün araştırmaları yanında, öğretmenimizin özellikle Shakespeare’in oyunlarını, dilimizde, Türkçemizde yeniden canlandırmasını kısaca da olsa değerlendirmeden geçmek istemiyorum./Archive/2021/3/24/172417104-ic5.jpgNUTKU, SHAKESPEARE VE SÖYLEV!Öğretmenimiz Ö. Nutku’nun, tiyatro tarihinin en çok çevrilen yazarı W. Shakespeare’in, 29 oyununu çevirerek Türkçe oyun dağarcığımıza yaptığı büyük katkı, dilimizde, Shakespeare’den yapılan bir çeviri rekorudur.Bu çevirilerinde öncelikle Türkçe sahne dilini düşünerek dilimizin zenginleşmesi için didinen Nutku, bu çabasını, hazırladığı Shakespeare Sözlüğü [2013] ile de taçlandırmıştır.Shakespeare’i tanımak ve tanıtmak amacıyla, iğneyle kuyu kazarcasına yapılan bu çalışma, sadece Shakespeare’e ilişkin bir araştırma ya da özel bir sözlük olarak görülmemeli, değerlendirilmemelidir.Bertolt Brecht’ten Christopher Marlowe’a, George Tabori’den Thomas Bernhard’a, yaptığı çevirileri sahnelerimize kazandıran öğretmenimiz, tiyatro öğretimimize yaptığı özgün araştırmaları yanında, tiyatro öğrencilerinin, genç yaşlı bütün sahne sanatçılarımızın okumaları gereken Margret Dietrich’in, Oyuncu: Yönetmenin Elinde Yaratıcı Bir Özne ya da Araç (1985) ile Martin Esslin’in, Dram Sanatının Alanı (1996), yapıtlarını da çevirerek bizlere armağan etmiştir.Yazdığı ve uyarladığı oyunlar içinde büyük önderimiz Mustafa Kemal’in Söylev’ini sahnelerimiz için çok değerli bir katkı olarak görüyor, özellikle gençlik tiyatrolarınca sahnelenmesini önemsiyor ve öneriyorum./Archive/2021/3/24/172426401-ic6.jpgÖzdemir Nutku'nun, Ankara Deneme Sahnesi’nden günümüze, yüze yakın oyunu DTCF Tiyatro Bölümü’nden Güzel Sanatlar Fakültesi Deneme Sahnesi’nde, Devlet Tiyatrolarımızın sahnelerinde uyguladığı, Midas'ın Kulakları (Güngör Dilmen), Söylev (Ö. Nutku), Kırık Testi (H.V. Kleist), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (Haldun Taner), Resimli Osmanlı Tarihi (Turgut Özakman), Lysistrata (Aristofanes) rejilerinin belleğimde ayrı bir yeri var.Ülkemizin ilk Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü’nün / Deneme Sahnesi’nin, bir eğitim kurumu olarak tiyatro sanatını yüceltmede, sanatçılarını yetiştirmede hepimizden çok bu çalışkan insanın, Özdemir Nutku’nun büyük payı var.Suda Ayak İzleri, güzel bir Türkçe’nin peşine takılıp şiir tadında okunan, hep sonrasını merak ettiğiniz bir yaşamdan, size sürprizler sunan anılar yumağı.Robert Kolej’de başlayan tiyatro sevgisinden Ankara’ya, DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne (1952-1956), Ankara Palas’ta ünlenen bir caz piyanistine, Mavi dergisinden Değişim’e, şairlerin, öykücülerin dünyasına; Almanya’nın batısından doğusuna, tiyatro eğitimiyle geçen üç buçuk yıl (1956-1959), Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle Tiyatro Enstitüsü’nde / Tiyatro Bölümü’nde başlayan akademik yaşam…Yazılarıyla, uygulamalarıyla, tiyatro sanatının bütün güzellik-lerini yaşadığı Ankara / Sanat yılları… Yurtdışı gezileri, fakülte arkadaşları, doçentlik günleri, DTCF’de yine bir cadı kazanı kaynıyor, muhbir vatandaşlar, sıkıyönetim soruşturmaları…Yeni bir fakültede, yeni bir tiyatro bölümü kurmak heyecanıyla İzmir’e geliş (1976). Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, “Oyunculuk, Dramatik Yazarlık, Sahne Tasarımı” sanat dallarından oluşan, ülkemizde ilk kez denenen bir tiyatro öğretimi… Öğretmenimizin öncülüğünde, çok genç, çalışkan bir kadronun emekleriyle güzelleşen öğretim yılları…/Archive/2021/3/24/172440807-ic7.jpgTÖS VE İZMİR ŞEHİR TİYATROSUBaşlangıçta 2000 sayfayı bulan, yayın değerleri adına Suda Ayak İzleri’nin editörünce 1200 sayfaya indirilen anılar, tiyatro tarihimizin 70 yıllık geçmişine ayna tutuyor. Okurların heyecan duyarak okuyacaklarına inandığım anılarda, yarım kalan iki çalışmayı, hep bir iç acısı olarak anımsayacağım:Fakir Baykurt’un önerisiyle, Tös Tiyatrosu… Tiyatro sanatını Anadolu’ya taşımak ereğiyle yola çıkan öğretmenlerin örgütlü sesi, Türkiye Öğretmenler Sendikası Tiyatrosu’nun kuruluş heyecanı… Ve birbuçuk yıl sonra noktalanışı…İzmir Şehir Tiyatrosu’nun kuruluşu ve “Kamyon Tiyatrosu” uygulamaları (1989-1992).İzmir adına sevinirken tiyatro sanatının gücünü kullanmayı bilmeyen “siyaset “erbabı”nın gözlüklerinin bozuk çıkması…Bütün çırpınışların, emeklerin sokağa atılması…Gösteri kamyonunun dolmuş yapılması!...Evet!... Bu bir alaysılama bile olamaz!...Şu günlerde İzmir yeniden Şehir Tiyatrosu’na kavuşmanın heyecanını yaşıyor…Dileğim tiyatro sanatına bakan yetkililerin gözlüklerinin numaraları bozulmaz!/Archive/2021/3/24/172358010-ic3ic8-.jpgANILAR ANILARI ÇAĞRIŞTIRIYORAnılar, anıları çağırıyor. Bugün, değerli öğretmenimiz Özdemir Nutku'yu düşündükçe, belleğimin dehlizlerinde, puslu karanlıklarda beliren, kopuk kopuk, ilginç görüntüler birbiriyle buluşuyor... Üniversite yıllarım gözümün önünde canlanıyor...Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenciyim (1967). Türkiye, üniversite gençliğinin, üniversite ve ülke sorunlarıyla boğuştuğu sancılı yılları yaşıyor.Özdemir Nutku'yu, doçent temsilcisi olarak, bir boykot sonrasında, fakülte sorunlarının tartışıldığı toplantıdan anımsıyorum. İzmir Eğitim Enstitüsü’nde(1979) çalışırken, okulu-muzda verdiği konferans sırasında yakından tanışıyoruz. Beni görüşmek için GSF’ne çağırıyor.1980 yılı sonunda zorla bulunan uzman kadrosuyla Güzel Sanatlar Fakül-tesi’ndeyim. Göreve başladığım ilk gün, Ö. Nutku öğretmenimin odasına, Muhsin Ertuğ-rul’un, Vakit gazetesinde çıkan, Darülbedayi’nin Karadeniz turnesini (Haziran 1925) anlatan anılarının çeviriyazısı dosyasıyla giriyorum. Edebiyattan tiyatro tarihine, onlarca dergide, onlarca makale, kitap… Benim için de çok verimli yıllar.Muhsin Ertuğrul’un anıları, Benden Sonra Tufan Olmasın’ı (1989), Özdemir Nutku öğretmenimiz ve Murat Tuncay arkadaşımla birlikte yayına hazırlama evresindeki benzersiz bir çalışma deneyi… Suat Taşer ustamızın, heyecanla, “Muhsin Bey’in anılar masasında bugün ne var arkadaşlar?” diye, gür sesiyle bize seslenişi. Acılar, sevinçler içinde yıllar birbirine karışıyor.Yazın tarihimizde Ahmet Midhat, Şemseddin Sami vb. yazı makinelerinin yanına eklenecek nice ad biliyoruz. Ancak çalışkanlığıyla, üretkenliğiyle, kültürümüze, dilimize olan katkılarıyla, düşünsel ve sanatsal kimliğini bu denli güçle birleştiren çok az aydınımızın, yazarımızın olduğunu, hele sanatçı kimliğini düşünsel bir boyuta taşıyanının çok çok az olduğunu, bugün daha iyi biliyorum!..Özdemir Nutku’yu tanımanın, onunla uzun yıllar çalışmanın onuruyla, anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Efdal Sevinçli

London’dan bir tutunamayan!

London’dan bir tutunamayan! Usta Amerikalı yazar Jack London’ın, Büyük Dünya Savaşı öncesinde ve sanayi devrimi sonrasında gelişen, klasikleşmiş yarı otobiyografik yapıtı Martin Eden (Can Yayınları); genç ve eğitimsiz bir gemicinin kendisini eğitirken verdiği mücadeleyi, çektiği yoksulluğu ve düş kırıklıklarını anlatır. /Archive/2021/3/24/172046528-ic1.jpgMartin Eden, ünlü Amerikalı yazar Jack London’ın yarı otobiyografik yapıtıdır. Genç ve eğitimsiz bir gemicinin kendisini eğitirken verdiği mücadeleyi, çektiği yoksulluğu ve hayal kırıklıklarını anlatan roman, edebiyat tarihinde önemli bir yere sahiptir.Romanın yazıldığı dönem büyük dünya savaşı öncesinde ve sanayi devrimi sonrasında hayatta kalmak için işçi sınıfın günde on yedi saat çalıştığı dönemdir. Martin kenevir fabrikasında çalışırken günde on saat karşılığında bir dolar alıyordu. Makinelerin başında sekiz yaşında çocuklar vardı, Fabrikalar bir deri bir kemik kalmış çocuklarla doluydu. Çocuklar gıdasızlıktan kemik insancıklar olmuşlardı. Bu çocuklar haftada iki dolar almak için altmış saat çalışmak zorundaydılar.Kendi sınıfındaki kızların âşık olduğu, arkadaşları arasında da lider olarak sivrilen işçi Martin Eden, bir gün hiç tanımadığı Arthur’u, onu döven bir adamın elinden kurtarır. Arthur’un kurtuluşu onun esareti olur. Arthur minnet borcunu ödemek için Martin’i evine yemeğe davet eder.Ömründe görmediği kadar lüks bir eve adımını atan Martin, kendisine ilgi gösteren üniversite okumuş Arthur’un kız kardeşi Ruth’a âşık olur. Âşık olduğu kızla aralarında hem yaş hem de sınıf farkı vardır. Martin ilk kez kendisini bir insan karşısında yenik hisseder. Hayali Ruth’un ailesindeki gibi giyinip onlar gibi konuşmaktır… İlkokuldan sonra devam edemediği eğitimine, bozuk konuşmasına, en önemlisi de cahilliğine lanet okur içinden./Archive/2021/3/24/172101996-ic2-.jpgAÇLIĞA AŞKLA MEYDAN OKUMAK!Hayatındaki en önemli dileği âşık olduğu kıza yakışır bir erkek olarak kendisini yetiştirmektir. Kendisine meslek ararken yazar olmaya karar verir. O da dünyanın gören gözü duyan kulağı olacaktı. Bu ihtişamlı mesleği sayesinde sevdiği kıza kavuşacaktır.Jack London gerçek hayatta da yaratıcı olmak için bu uğurda katlandığı zorlukları gözünde büyütmemiştir. London tüm yapıtlarını yazarken edebi alanda Kipling’in izini sürmüştür çünkü Kipling nesnelerin derinliğine iner.Edebiyat ve düşünce dünyasına yepyeni ufuklar açardı. Onun yazar olduğu dönemde Amerikan yazarları Emerson’u örnek almak zorundaydılar; her şeyi iyi yanından ele alıp gerçeklerden kaçmak. İçin. Jack London ise Gorki’nin Rusya’da yaptığını ülkesinde yapmak istiyordu. Fransa’da Maupassant, İngiltere’de Kipling neyse Amerika’da Jack London öyle biri olmalıydıMartin Eden’i yazarken yazar romanın taslağı üzerinde çok az düzeltme yapar. Brissenden Martin Eden’e bir gün amaçlarını gerçekleştirdiğinde boşluğa düşmemesi için sosyalizme bütün gönlüyle bağlı kalmasını öğütler. Böylece sosyalizm başarıya ulaştığında hayata bağlı kalmak için bir nedeni olacaktır.Martin Eden yayımlandığında tüm basın susar. Eser hakkında çıkan yazılarda Martin Eden’in edebi bir yapıt olmadığını kanıtlar niteliğinde yazılar yazarlar eleştirmenler. Öyle ki Jack London Martin Eden yapıtının hakkında bir tek övgünün bile yazılmamış olmasına çok üzülür ve bu konudaki görüşünü şöyle açıklar:“Martin Eden’de bireyciliğe saldırmak istedimse de pek beceremedim sanıyorum; çünkü bir eleştirmen çıkıp da bunu farkına varamadı” der. Şimdi yaşıyor olsaydı eserinin başarısı karşısında mutluluğunu ifade edecek kelime bulamazdı.Martin’in, onu aşağılayan topluma kendisini kabul ettirmesinin bir aracıdır aynı zamanda Ruth. Bu düşüncelerle Ruth’un evinden çıktığı o gün adından başka kendisine tanıdık gelen hiçbir özelliği kalmamıştır Martin’in.Bu yanılgısının bedelini canıyla ödeyeceği aklına gelmez. Aşağılık kompleksinden kurtulmadığı için kendi sınıfındaki insanları da küçümser. Kıt olanaklarıyla üç yıl günde on beş saat yazı yazarak kendisini eğitir ve Ruth’la nişanlanmayı başarır. Ruth’un ailesi kızlarının kadınlığının farkına varması için Martin’le sevgili olmasına izin verirler.Ruth’un Martin’den beklediği tek şey bir işe girip düzenli bir kazanç edinmesidir. Onun Martin’e örnek olarak gösterdiği kişiler yoksulluk içinde mücadele ederek zengin olmuş insanlardır. Kafasındaki mutluluk anlayışı da anne ve babası gibi ruhsuz bir hayat yaşamaktır.Bu gerçekleri bir türlü göremeyen Martin, kendi yolunda açlığa meydan okur. Sevdiği kız içinse o istediği şekle sokabileceği bir hamurdan başka bir şey değildir. İnsanın aşk için bile olsa kişiliğinden ödün vermesinin bir başka tanımı da insanın kendisine yabancılaşmasıdır.Yapıtın Dünya Klasikleri arasına girmesini sağlayan başat öğelere değinecek olursam: aşk, nefret, aşağılık duygusu, ideolojiler, mücadele, azim, yenilgi, başarı, mutsuzluk, mutluluk, amaçsızlık, varoluşsal boşluk, amaçsızlık, yalnızlık… gibi, insanı içten içe sarsan kavramların ete kemiğe bürünüp belleğimizde silinmez izler bırakmasıdır./Archive/2021/3/24/172119137-ic3.jpgLONDON’IN SOSYALİZMİ VE EDEN MANİFESTOSU!Jack London, yirmili yaşlardan önce yazar bireyci liberal görüşü benimsediğini ancak yirmili yaşlarının sonrasında gördüklerinden ve yaşadıklarından dolayı sosyalist görüşü benimsediğini dile getirir. Yaşadıklarından dolayı çağdaş sosyalizm öğretisini merak etmiştir. Martin Eden’da da ideolojilere farklı bir pencereden bakar.Zenginler değil ama “Yoksullar yoksullara verecek şey bulurlar” saptamasını hayat verdiği kahramanlar aracılığıyla vurgular. İflas etmiş bir toplumun çarpıklıklarını insanlara göstermeyi kendisine dert edinmiştir. Devrimleri insanların değil, ihtiyaçların doğurduğuna inanır.İnsanların Martin Eden yapıtında olduğu gibi bir dilim ekmek karşılığında makineleştiğini, sosyal sınıflar arasındaki ayrımın adaletsiz ücret dağılımından kaynaklandığını gördüğü için de Marx’ın Komünist Manifesto’suyla tanışmış ve benimsemiştir.Tüm yapıtlarında ve eylemlerinde açıkça sanayiye, sömürüye, greve, boykota, kadınlara oy hakkı verilmesi için savaşmıştır tek başına.Ayrıca salt Marx’ın değil, Darwin’in, Nietzsche’nin ve Herbert Spencer’in düşünceleriyle aydınlatmıştır düşünce dünyasını. Nietzsche’den farklı yaklaşır üstün insan olma olgusuna. Nietzsche sosyalizmi zayıf ve güçsüz insanların yönetimi olarak tanımlar, Jack London ise sosyalizmi üstün insanların yönetimi olarak görür.Yazara göre üstün insan değerlerinden ödün vermeden güçlüklerin üstesinden gelen, köle yığınlarına sahip çıkan, kitleleri eğiterek yönetebilen, sürüye değil, kendisine dâhil olan insandır.London tüm yapıtlarında hayatın çıplak gerçeklerini, insanı ölüme götüren isyanları, hayal kırıklıklarını, çıkar uğruna dökülen kanları, ekmek parası uğruna dökülen terleri, ziyan olan hayatları, yok olan yaşama sevincini, insanları ekmek dilimleri gibi bölen adaletsizlikleri işler.Bu yüzden Martin Eden Nietzsche’nin üstün insan felsefesine karşı bir iddianame niteliğindedir.Yazar Martin Eden yapıtında da, “İnsan, insan olduğu için değil, karnı doyduğu için insandır.” Saptamasını hiçbir yanılgıya mahal bırakmadan dile getirmiştir.Acıma kavramına şöyle bakar Jack London: “Acımak; aç köpeğin önüne kemik atmak değildir; acımak, köpek kadar acıkmış bir insanla kemiğini paylaşmaktır.”Jack London’ın Martin Eden yapıtında ihtişamlı hayatların özünde barındırdığı kofluğu, riyakarlığı, geçiciliği… gözler önüne sermeyi ne kadar çok sevdiğini bilinçli bir okuyucu hemen fark eder. Yapıtın en çarpıcı yanıysa sistemin kendisine benzetemediği insanı başarılı olsa da yaşatmadığı gerçeğini tokat gibi yüzümüze vurmasıdır./Archive/2021/3/24/172132809-ic5.jpgDENİZİN BIÇKIN ÇOCUĞU MARTIN’IN YANILGILARI!Martin’in bir başka yanılgısı da yazın dünyasını gözünde fazla büyütmesidir. Okumuş ve aydınlanmış insanların dünyasında kötülük ve aşağılanmanın, en önemlisi eşitsizliğin, sömürünün olmadığına inanır.Yazın dünyasındaki kapitalist sömürüyle tanışınca yürekten sarsılır. İçini öfke ve kin kaplar özellikle editörlere karşı. Kendisi bir lokma ekmek bulmazken yayıncılar onun yazdıklarından geçinir. Martin çok geçmeden yayıncıların yazınsal ürünlere sadece ticari bir meta olarak baktıklarını öğrenir.Onu dergiler konusundaki yanılgılardan kurtarmak isteyen tek dostu Brissenden’in uyarılarını da dikkate almaz. Şartlanmış bakış açısının başlı başına bir körlük olduğunu ancak yaşayarak öğrenecektir. (Zengin bir sosyalist şair olan Russ Brissenden Amerikalı şair George Sterling’den başkası değildir.)Ruth’un evinde tanıdığı Brissenden, Martin’i çok sever. Onun yoksulluğunu kabullenir. Ona göre gerçek bir yazar bir yapıtını yayıncılar için değil kendisi için yazmalıdır. Yayıncılar duygunun ve sevginin düşmanlarıdır.Martin bir gün nişanlısı Ruth’a yazdığı şiiri dostu Brissenden’e okur. Brissenden’in yorumu şöyle olur: “Sen de tuttun bu muazzam “Aşk Şiirlerini” şu yoluk, kuru dişiye yazdın!” (s.304)Ve ekler: “Bana anlatamazsın. Biliyorum ben. Güzellik seni incitiyor. Bu senin için de edebi bir acı, iyileşmeyen yara, ateşten bir bıçak. Ne diye dergilerle kendi kendini aldatacaksın. Bırak hedefin güzellik olsun. Ne diye altın sikke haline getiresin güzelliği? Dergileri bin sene okusan da içinde gerçek bir dize göremezsin. Şöhreti ve parayı bir kenara bırak, yarın derhal tayfa yazıl, bin gemiye ve denize dön. (s.304)Jack London’ın yapıtlarının en belirgin bir başka özelliği de hiç kuşkusuz düşünce genişliği / derinliği ve olgunluğudur. Hayatını yaşadığı gibi anlatmayı seven yazar, şiir gibi sonsuz sınırlar içinde ele alıyor insan ruhunu Martin Eden’de olduğu gibi.Günlerce haftalarca dergilere öykülerini şiirlerini satmak için açlıkla mücadele eden Martin Eden, öykülerini satamadığını anlayınca artık yazmamaya karar verir. Tam da o zaman edebiyat dünyası kapılarını ona açar. Kısa bir süre sonra da hem ünlü hem de zengin olur. Ona kapısını kapatan başta sevgilisi Ruth olmak üzere herkes ona geri döner.Martin Ruth ile arasındaki aşkın gerçek olmadığını anladığı anda hiç olmadığı kadar yalnız hisseder kendisini. Ruth’u hayalindeki gibi sevdiğini, aslında onu hiç tanımadığını fark eder. Varoluşsal boşluk ve anlamsızlık hayatla onun arasına girer./Archive/2021/3/24/172137605-kapak.jpgJACK LONDON: “MARTIN EDEN BENDİM!”O basit insanların yüreklerindeki cömertliği aşağıladığı için kendisini de aşağılar. Bu yüzden kendisine zor günlerinde yardım eden dostlarının hayallerini tek tek gerçekleştirir. Bireyciliğe duyumsadığı nefret yaşama sevincinin önüne geçer. Gideceği adres mavi dalgalar olacaktır; çünkü o denizlerin bıçkın çocuğudur; en önemlisi de deniz ona hiç ihanet etmemiştir. O da hayattan aldığı yaraları sarmak amacıyla kendisini mavi denizin kucağına bırakır.Kırk yıllık kısa ömrüne elliden fazla kitap ve dünya edebiyatına başyapıtlar kazandıran Jack London’ın Martin Eden’e dair görüşlerini anımsarsak yapıtı daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. Jack London kendi yapıtı hakkında bu açıklamayı yapmıştır:“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi bense sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum. Ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden başkalarının ihtiyacının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”Evet, hepimiz yaşamak için hayallerimize sahip çıkalım. Bedriye Korkankorkmaz

‘Özgür iradeyle gelinen nokta hiçde parlak değil!’

‘Özgür iradeyle gelinen nokta hiç de parlak değil!’ Bir yanda Gezi direnişinin son günlerinde fiziksel bir travma yaşayıp yaşamı altüst olan aktivist bir avukat; diğer yanda 12 Mart’ın karanlık günlerinde cuntanın gazabından kurtulmak için ülke dışına kaçmaya çalışan bir gerilla... Ve onları birleştiren bir günlük... Tüm bunların ötesinde, bir kıyı kasabasında kendini ele vermeye başlayan, yaşama ve evrene dair kadim bir gizem... Burak Eldem’in Tavuskuşu Güncesi (Doğan Kitap), ürpertici labirentleriyle “gerçeklik” kavramını sorgulatan sarsıcı bir roman. /Archive/2021/3/24/171751200-ic1.jpg‘MİTOLOJİ VE JUNG FELSEFESİ TUTKUM’- Romanlarınızda efsanelerden, dinlerden, mitolojiden yararlanıyorsunuz. Onları eksene alıyorsunuz. Tavuskuşu Güncesi’nde yine aynı kaynaklardan beslenseniz de olay örgüsünde ağırlıklı olarak 12 Mart dönemi, Fatsa direnişi, Gezi direnişi gibi yakın tarihimizin politik olaylarından yararlanıyorsunuz.Hafızalarda bu kadar taze olayları bilimkurgu ya da fantastik sayılabilecek bir roman örgüsüne oturtmak sizin için zor oldu mu?Mit, sembol ve arketipler, insanoğlunun kolektif bilinçdışında binlerce yıldır birikmiş, paylaşılan kültürün belki de en çarpıcı unsurlarını içeriyor ve bu anlamda uçsuz bucaksız bir derya.Kendimi bildim bileli hem bu deryayla, hem de onunla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu düşündüğüm Jung psikolojisiyle yakından ilgileniyorum.Bu nedenle, romanlarıma o kaynaktan su taşımayı çok sevdiğimi söyleyebilirim. Diğer romanlarım Seni Tılsımlar Korur ve Günbatımı Fandango’da da aynı esintilerden yararlanmıştım. Elbette bu bana özgü bir durum değil; günümüz yazarlarının bir çoğu aynı deryadan farklı biçimlerde destek alıyor anlatılarını oluştururken.Tavuskuşu Güncesi’nde böylesi renkler taşıyan bir hikâyeyi anlatırken, bunun zeminine yakın geçmişin "reel" kesitlerini içeren bir doku yerleştirdim.12 Mart, Fatsa ve Gezi, geçen elli yılın belirleyici kırılma noktaları olmakla kalmıyor. Toplumsal bellek ve yaşadığımız dönemin resmi üzerinde bugün hâlâ süreğen durumdaki güçlü etkilere sahip. Bu dokudan oluşan zeminle, onun üzerinde akıp giden fantastik hikâyeyi kaynaştırmakta hiç zorlanmadım. Umarım, okurlar da keyif alırlar.- Metin karakteri hepimizin çok yakından tanıdığı insanlardan izler taşıyor. Bir karakteri yaratırken çevrenizdekilerden, tanıdığınız insanlardan esinlendiğiniz oluyor mu?Roman karakterleri genellikle bellekte kalmış anı ve gözlemlerden de belli oranda beslenerek biçimlenirler ve yazarın düşgücüyle son biçimini alan kurmaca figürleridir. Benim romanlarım için de geçerli bu durum.Tavuskuşu Güncesi’nin ana karakteri avukat Metin, tanıdığım birkaç avukat dostumun her birinden küçük kesitlerin bir araya gelmesiyle iskeleti oluşmuş, kompozit bir kahraman. Ama elbette o iskeletin üzerinde bütünüyle benim kurguladığım bir özgeçmiş ve kişilik var.İlk romanım Seni Tılsımlar Korur’daki Eser'le birlikte, oluştururken en çok heyecanlandığım ve keyif aldığım karakter diyebilirim Metin için./Archive/2021/3/24/171805294-ic2.jpg‘KARŞITLIKLAR KESKİNLEŞECEK!’- İnsanları gerektiğinde koruyup kollayan, onlara kadim bilgileri öğreten Gözcüler gerçekten var olsaydı bugün nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?Muhtemelen böyle bir dünya olmazdı, içinde yaşadığımız. Ama Tavuskuşu Güncesi’ndeki dünya, başlangıcıyla ilgili fantastik spekülasyon dışında, tümüyle içinde yaşadığımız ve "bildiğimiz dünya". İnsanlarıyla, kurumlarıyla, siyasi otoriteleriyle, yaşanan acılarıyla...Yani pek de öyle insanlara bilgi aktaran ya da koruyup kollayan Gözcü'ler yok. Tam tersine, doğal akışın sürmesi ve hayatın akışını insanların "özgür irade"sinin belirlemesi gibi bir eğilim var. Zaten romanda sorgulanan da, bu özgür iradeyle binlerce yıllık tarih içinde gelinen noktanın pek de parlak olmaması.- Tavuskuşu Güncesi’ndeki gibi iki karşıt grubun varlığı gerçekte de sürüyor aslında. Mesela iyiler-kötüler gibi. Siz bu grupları ne olarak tanımlardınız?Mevcut resmin böylesi bir çift kutupluluktan daha karmaşık olduğunu düşünüyorum ama bir yönüyle haklısınız, bunu çağrıştıran bir gerilim ve çekişmeye de indirgenebilir durum.En azından, belli insani değerler üzerinden bakarak ayrışmanın taraflarını belirleme ihtiyacı duyuyoruz hepimiz zaman zaman. Ben buna vicdanlılar - vicdansızlar eksenini önerebilirim belki. Adalet ve sağduyu kavramlarını yitirmiş olanlarla, bu değerleri yaşatmaya çalışanların gerilimi gibi.Ya da bireysel çıkarları her şeyin üzerinde tutup, onları korumak için her türlü zorbalığa başvurabilecek olanlarla, bireyin mutluluğuna engel getirmeyen kolektif çıkarları gözetenler arasındaki gerilim de diyebiliriz. Bakış açısına ve durduğumuz noktaya göre farklı eksenlerdeki çift kutupluluklara işaret edebiliriz.Ama sonuçta bir şey çok net: Dünya artık böyle devam edebilecek gibi değil ve bu yüzden karşıtlıklar daha da keskinleşecek. Nereye kadar? Hiçbir fikrim yok.- Ezoterik metinleri, kadim bilgileri, sembolleri seviyorsunuz ve onlardan ilham alıyorsunuz. Nasıl başladı bu merakınız?Mitoloji benim çok eski tutkum. Aslına bakarsanız, erozyona uğrayıp izleri büyük oranda silinmiş kadim kültürlerden kalan tortuları kurcalamaya, kendimi bildim bileli ilgi duyuyorum.Diğer yandan, Jung'un dediği gibi, mit ve sembol külliyatındaki unsurların birçoğunun ortak bilinçaltımızı oluşturduğuna ve hepimizin farkında bile olmaksızın zaman zaman o kaynaktan güçlü etkiler aldığımıza inanıyorum.Hiçbiri boş yere, laf olsun diye üretilmemiş; her birinin altında farklı anlam ve yorumların bulunabileceği, son derece zengin bir kaynaktan söz ediyoruz. Bir yazar için görmezden gelinemeyecek kadar güçlü ve ışıltılı malzeme içeriyor yani. Bu nedenle benim için de çok değerli.‘MESAJ KAYGIM HİÇ OLMADI’- Tavuskuşu Güncesi’yle vermek istediğiniz bir mesaj var mı?"Mesaj" gibi bir kaygım hiç olmadı. Kurmaca yapıtların birincil ve vazgeçilmez işlevinin okura güzel zaman geçirtmek olduğuna inanıyor ve öncelikle onu sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken, eğer her bir okurun kafasında bazı soru işaretleri yaratmayı ve meraklandırmayı da başarabilmişsem, ne mutlu bana.Elbette belli bir dünya görüşüm var, "taraf" olduğum eksenler var. Bunlar ister istemez anlatının içinde kendini hissettirebiliyor bazen ama "mesaj" gibi bir amaç asla yok. Asıl mesaj, okurun kitabı bitirdikten sonra hissettikleridir diye düşünüyorum. Umarım bu anlamda okurun zihninde iz bırakmayı becerebilmişimdir.Burak Eldem / Tavuskuşu Güncesi / Doğan Kitap / 512 s. / 2021. Alin Kayalar

Zorbalığa karşıbir içdöküş!

Zorbalığa karşı bir iç döküş! Erkek egemenliğe, homofobiye, ırkçılığa, şiddete ve zorbalığa; “ötekiler” üzerinde tahakküm kuran sınıflara karşı kalemini bir kılıç gibi çeken Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü (Can Yayınları / Çev.: Ayberk Erkay) ile cesur bir anlatıya imza atıyor. /Archive/2021/3/24/171535952-ic1.jpgATAERKİL ANLAYIŞA TEPKİÉdouard Louis’yle tanışmam, Ayberk Erkay’ın Türkçeye kazandırdığı ve Can Yayınları etiketiyle raflarda yerini alan Babamı Kim Öldürdü eseriyle gerçekleşti. Louis, Xavier Dolan’a ithaf ettiği kitabına, “Bu bir tiyatro metni olsaydı” diye başlayarak adeta hayatının sergilendiği bir oyunda bizi seyirci koltuğuna oturtur; aralarında birkaç metre mesafe olmasına rağmen birbirine bakmayan baba ve oğlu karşımıza diker.Yazar, ana karakterin ta kendisi (oğul) olarak monolog halinde içini döker, baba ise sadece dinler. Daha doğrusu oğul, babasına söz veya savunma hakkı vermez. Bu, homofobik babasından aldığı intikam olarak da düşünülebilir. Babanın söz hakkından mahrum olmasının, metni diri tutan bir gerilim yaşattığını da söyleyebiliriz.Şimdi bir baba düşünün: Ailenin temel direği olduğunu söyleyen ama aynı zamanda bir gün fabrikaya gidiyorum diye evden çıktıktan sonra sırra kadem basan bir baba. Louis, evin erkeği hayatlarından çıktığında eril deliliğin getirdiği şiddeti ve tepkilerinden duydukları korkuyu da beraberinde götürdüğünü söyler.Yine bir baba düşünün: Kendisi dudağında ruj, kafasında peruk; amigo kız kostümüyle dans etmekten zevk alan ama iş oğluna gelince şarkı söyleyip dans etmenin bile “ayıp bir şey” olduğunu, bir erkeğin “adam gibi” davranması gerektiğini savunan bir baba.Bu baba figürü, bana geçenlerde Macaristan’da yaşanan trajikomik bir olayı hatırlattı. Macar milletvekili J.S, mecliste eşcinsellik aleyhinde bayrak sallarken kendisinin LGBTi bireylerden oluşan bir seks partisinde yakalanmasını. (Birey, başkalarının özgürlük ve diğer haklarını gasp etmediği sürece istediğini yapabilir pekâlâ ama bu ne perhiz bu ne lahana turşusu sayın J.S?)“Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti”... Louis’nin babasının yüzüne bile bakmadan yaptığı bu iç döküş için evde babanın egemenliğini temel alan ataerki anlayışa bir karşı koyuş da denebilir.Zira Louis’nin kendisinden olmayana nefret söylemini reva gören herkese söyleyecek sözü vardır; Louis’nin iç döküşü, babasına olduğu kadar ataerki anlayışa yöneltilen bir suçlamadır aslında.“Bütün çocukluğum senin yokluğunu ümit etmekle geçti.” ifadesindeki yokluğu ümit edilen şey, toplumdaki erkek egemen düşüncenin ta kendisidir./Archive/2021/3/24/171546342-ic2.jpgKeza, “Senin hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey, dildeki olumsuzluk yapıları.” (s.25) derken de babasının yerine ataerkiyi koyduğunu ve bu suçlayıcı havanın metne hâkim olduğunu söyleyebiliriz.Ruth Gilmore’un “Irkçılık, bazı toplulukların erken ölüme maruz bırakılmasıdır,” ifadelerine yer veren Louis, buradaki “ırkçılık” kelimesinin yerine erkek egemenliği, LGBTi bireylere duyulan nefreti, her türlü sınıfsal, toplumsal ve siyasi baskıyı da koyarak bu tanımlamayı genele yayar; ötekiyseniz erken ölüme, yaşarken ölmeye maruz kalacağınızı hatırlatır.Louis’nin babasının arkasında durduğu tek konu ise metnin son bölümünü oluşturan egemen sınıflara karşı çıktığı kısımdır. Önce kapitalizmin fabrikada babasının “belini nasıl büktüğünü” anlatır. Ardından Fransa’da başa geçen hükümetlerin sosyal yardımları keserek babası gibi “engellenmiş” insanları angarya işlere ve her geçen gün nasıl daha fazla çalışmaya ittiğini ama karşılığında bir lokma veya borç dışında hiçbir şey vermemesini hedef tahtasına koyar.Yazar, eski cumhurbaşkanları Jacques Chirac, Nicolas Sarkozy, François Holland ve halihazırdaki görevine devam eden Emmanuel Macron ve onların başbakanları, sağlık ve çalışma bakanlarını isimleriyle tek tek anarak “Neden bu isimler hiç dile getirilmiyor?” diye soracak, hatta yerin dibine sokacak kadar da cesurdur./Archive/2021/3/24/171557639-ic3.jpgÖTEKİLERE SES OLAN BİR YAZARLouis’nin bu eserinde edebi kaygılardan çok ideolojik karşı çıkışların, ötekileştirilenlerin sesi, manifestosu niteliğine ulaşan bir iç sesin ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Zaten kendisi de “Yazdıklarımın ve söylediklerimin edebiyatın gereklerini karşılamadığını fakat yaşamanın, bu yangının mecburiyetine, aciliyetine yanıt verdiğini biliyorum.” (s.19) diyerek bu savı güçlendirir.Kendi hayat hikâyesini kurgulaması, yazarın metniyle arasına koyması gereken mesafe sorununu akla getirse de hem eserlerinin otobiyografik olduğunun açıkça bilinmesi hem de yazarın ideolojik savunularıyla içindeki (ve ötekileştirilenlerin içindeki) yangını bir nebze olsun azaltma amacı gütmesi, bu sorunu bertaraf eder.2012’de Cezayir kökenli bir adam tarafından tecavüze uğramadan önce Eddy Bellegueule olan ismini Édouard Louis olarak değiştiren yazar, The Guardian’la yaptığı söyleşide, “Saldırıya uğradıktan sonra her türlü şiddete karşı aşırı duyarlı hale geldim.” diyerek eserlerinde çıkış noktasının niçin şiddet olduğunu açıkça belirtir.Polislerin homofobik nefret söylemine maruz kalması, şiddetin ve ayrımcılığın kol gezdiği Fransa’nın kuzeyindeki bir komünde yoksul ve işçi sınıfı bir ailede, homofobik bir babanın korkusuyla büyümesi de Louis’nin “ötekilerin sesi” haline gelen üslubunu derinden etkilemiştir.Erkekliğini nefret söylemi üzerine inşa edenlere karşı ayağa kalkan Louis, yalnız “baba figürü” tarafından şiddete maruz kalan bir ailenin hikâyesini başarıyla anlatmakla kalmayıp aynı zamanda ataerki tarafından yalnızlaştırılan her “öteki” bireyin sesi haline gelir; maçoluğa, homofobiye, ırkçılığa ve monopol-burjuva sınıflara karşı kalemin kılıçtan üstün olduğunu ortaya koyar./Archive/2021/3/24/171609186-ic4.jpg#MeTooÇocukluk ve ilkgençliğinde yaşadığı zorbalıkları, başına gelen tecavüz olayını ve her daim karşılaştığı homofobi ve sınıfsal çatışmaları anlattığı eserleri “En finir avec Eddy Bellegueule” (Eddy’nin Sonu, 2014), “Histoire de la violence” (Şiddetin Tarihi, 2016) ve “Qui a tué mon pere”nin (Babamı Kim Öldürdü, 2018) yüzbinlerce kopya satarak onu bugün dünyada en çok okunan ve konuşulan yazarlardan biri haline getirdiğini de söyleyelim.Kitaplarında, feminist kuramdaki glass ceiling’i (cam tavan) kırma yolunda ötekileri ayağa kalkmaya ikna etme çabasına girişen Édouard Louis, “kimsenin yardım edemeyeceği” insanların yalnız olmadıklarının güvenini, kendi hayat hikâyesi yoluyla kalemiyle vermektedir.Günümüzde Türkiye’de de karşılığını fazlasıyla bulan #MeToo ifşalarına cesaret verdiğini de söylemek mümkün. Her ne kadar kendi eserinin edebi gereklilikleri karşılamadığı şüphesine düşse de eserlerinin edebi gücü de işte tam olarak buradan gelir; ötekileştirilenleri harekete geçirme gücünden… Batuhan Sarıcan

Bilimin hüzünlübir hikâyesi

Bilimin hüzünlü bir hikâyesi Felekleri Temaşa-Takiyüddin & Dar-ü’r Rasad-ül Cedid (Verita Kitap), Akarsu’nun kitaplaştırılmış oyunlarının sekizincisi. Kitaba ismini veren üç perdelik müzikal, 16’ıncı yüzyılın sonlarında İstanbul’da kurulan fakat bağnazlığa yenik düşerek havaya uçurulmuş Takiyüddin’in rasathanesinin başına gelenleri anlatıyor. Bağnazlık ve fanatizmin tarih boyunca Osmanlı bilim potansiyelini nasıl heba ettiğini başarıyla ortaya koyuyor. /Archive/2021/3/24/171347734-ic1.jpgRASATHANENİN HAZİN HİKÂYESİVerita Kitap’ın Küçük Yayıncı dizisinden yayınlanan “Felekleri Temaşa-Takiyüddin & Dar-ü’r Rasad-ül Cedid” isimli tiyatro kitabı romancı Hikmet Temel Akarsu’nun kitaplaştırılmış oyunlarının sekizincisidir. Kitapta üç oyun yer alıyor.Bunlardan birincisi bilim insanlarının büyük kalp ağrısı olan astronom Takiyüddin’in öyküsüne odaklanmış. İkincisi “Çalınan Tez” ise akademik ortamlarda sık sık rastladığımız intihal ve istismar olaylarına atıf yapıyor. Üçüncü oyun ise bir Ömer Seyfettin uyarlaması; “Asilzadeler” dir.Hikmet Temel Akarsu sıra dışı bir romancı ve öykücü olarak da tanınmış olsa da son dönemde arka arkaya yayınladığı tiyatro eserleri dikkat çekmekte. Tiyatro oyunlarının 15 tanesi Devlet Tiyatroları repertuarına kabul edilmiş olsa da bir Ömer Seyfettin uyarlaması olan Asilzadeler dışında bugüne kadar hiçbiri sahnelenmemiş. Bundan dolayı olmalı ki yazar tiyatro eserlerini “Bütün Oyunları” başlığı altında yayınlamaya başlamış.Yazarın “Bütün Oyunları” serisinden yayınlanan eserlerin sonuncusu “Felekleri Temaşa”.Diğer kitaplaşmış oyunlar; “Osmanlı Sefiri”, “Çariçe’nin Fendi”, ”Yunus Emre”, “Malazgirt: Özgürlerin Kaderi”, “Teolojik Dörtlü”, “Rant Rezidans: Neo-Liberal Çağ Satirleri” ve“Yurtdışı Sevdası”dır. Teolojik Dörtlü’de dört tragedya, Rant Rezidans ve Yurtdışı Sevdası’nda üçer oyunun yer aldığını bu arada belirtelim.Son çıkan cilt olan “Felekleri Temaşa”ya adını veren oyun üç perdelik bir müzikal olup bilim tarihimizdeki dramatik bir hikâyeyi konu edinmektedir. Bilindiği üzere İslam’ın ilk dönemlerinde astronomi çalışmaları büyük önem taşımaktaydı./Archive/2021/3/24/171358281-kapakic2.jpgİslam âlimleri astronomi gözlemleri ve gezegen teorileri konularında büyük başarılar elde etmişlerdi. İslam’ın önemli kentlerinden Şam, Bağdat, ve Semerkand’da rasathanelerde döneminin çok ilerisinde astronomlar yetişti ve çok sayıda astronomi eseri verildi.İslam biliminin bu alanda bir ekol oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak ilerleyen asırlarda aynı başarıyı göstermek bir yana bilimsel alandaki üstünlük hazin bir şekilde kaybedildi.“Felekleri Temaşa” Batı karşısında bilimsel üstünlüğü kaybetmemize neden olan anlayışlardan birini temel alıyor. 16’ıncı yüzyılın sonlarında İstanbul’da kurulan fakat taassuba yenik düşerek berhava edilen Takiyüddin’in rasathanesinin başına gelenleri anlatıyor.Bilindiği üzere 1575 yılında İstanbul’da müneccimbaşılığa atanan Takiyüddin El-Raşid adlı Şam doğumlu Türk bilim adamı tarafından kurulan “Dar-ü’r Rasad-ül Cedid” adlı rasathane, Osmanlı astronomi geleneğini oluşturması için iyi bir fırsat olmasına rağmen uzun ömürlü olamamıştır.“Felekleri Temaşa” adlı üç perdelik müzikal işte bu rasathanenin hazin hikâyesinden yola çıkarak kaleme alınmış. Rasathaneyi kuran Şam doğumlu Takîyüddîn El Raşid’in matematik ve astronomi başta olmak üzere birçok alanda araştırmaları vardır.Özellikle trigonometri alanındaki çalısmaları oldukça önemlidir. Açık kaynaklarda da görebileceğimiz gibi Takiyüddin’in çağdaşı, 16. Yüzyılın ünlü astronomu Kopernik (1473-1543) sinus fonksiyonunu kullanmamıs, sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjanttan söz etmemistir; oysa Takîyüddîn bunların tanımlarını vermis, kanıtlamalarını yapmıs ve cetvellerini hazırlamıştır./Archive/2021/3/24/171408515-ic3.jpgHikmet Temel Akarsu’nun kaleme aldığı Felekleri Temaşa adlı müzikalde münecimbaşılığa atanan Takiyüddin, Veziriazam Sokollu Mehmet Paşa (1565-1579) ve Hoca Sadettin Efendi’nin himayelerinde III.Murad’a (1574-1595) takdim edilerek, Istanbul’da bir rasathane kurması için görevlendiriliyor. Ancak eşzamanlı olarak saray ve siyaset entrikaları da devreye giriyor. Çünkü İslam’ın altın devirlerinde bilimi destekleyen kültürel iklim yerini taassubun koyu karanlığına terk etmiştir artık.Neticede, toplumu güdüleme yetisini elden çıkarmak istemeyen bu kesimlerin kışkırtması ile Sokollu gibi aydın bir Veziriazam’a rağmen rasathane topa tutularak yok edilir. Bahaneler de hazırdır: İstanbul’da 1577 yılında kuyruklu yıldız görülmüş, 1578 veba salgını başgöstermiş, İran seferi başarısızlıkla sonuçlanmış vesaire vesaire: Kısacası rasathane uğursuz gelmiştir!Taassubun yürüttüğü entrikalar üstün gelir ve rasathane hakkında türlü söylentiler yayılır. Bunlar arasında rasathanede meleklerin bacaklarının seyredildiği gibi inanılması güç iftiralar da vardır. Bu nevi baskılar sonucu, Sultan III.Murad, 22 Ocak 1580 yılında Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya verdiği fermanla, rasathaneyi denizden topa tutturarak, bütün gözlem araçlarıyla birlikte ortadan kaldırmıştır.Eserde bu hadiseler, bir aşk öyküsü çevresinde, duygusallık ve hayıflanma ile; Sokollu gibi ilerici ve aydın bir Veziriazam’a saygı duruşunda bulunularak ustalıklı bir entrika ile kurgusallaştırılmaktadır. Finaldeki epilogda ise bilim yolunda uğraş veren devlet büyüklerine övgüde bulunulmaktadır./Archive/2021/3/24/171422749-ic4.jpgBAĞNAZLIK, FANATİZM VE GERİLEME!Bilim tarihine Türklerin yaptıkları katkıları göstermekte, Takiyüddin’in teknoloji tarihindeki yeri çok önemlidir. Fakat rasathanenin yok edilmesi, Osmanlılarda bilimsel çalışmalara, bilhassa da astronomi çalışmalarına büyük sekte vurmuştur.Oysa aynı esnada Takiyüddin’in çağdaşı Kepler Avrupa’da Brahe’nin gözlemelerini kullanarak, astronomide yepyeni ufuklar açmıştır. Hazin olan şu ki Osmanlı’yı çöküşe götüren süreci belki de en sarih bir şekilde betimleyen olay ve bir anlamda dönüm noktasıdır bu.Bilim tarihi göstermiştir ki Osmanlı’nın gerilemesi ve yıkılışı bilim ve sanatta geri kalması ile yakından ilgilidir. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun bilimsel önderlikte sorumluluğu diğer İslam ülkelerine göre daha fazlaydı.Zira On altıncı yüzyıldan itibaren Avrupa ile irtibat halindeydi ve yeniçağın gelişmelerinin ve bilimsel devrimin farkında olup yarışta geri düşmemenin çaresine bakmak zorundaydı.Ancak ne yazık ki Osmanlılar kültürel aidiyet ve kimliklerini üstün görerek Hıristiyan dünyasındaki bilimsel gelişmelere merak duymadılar. Tarihimizdeki özgür düşünce ve bilimle ilgilenen şahsiyetler de toplumdaki taassuba ve fanatizme karşı verdikleri mücadeleyi tıpkı Takiyüddin gibi kaybettiler.Hikmet Temel Akarsu “Felekleri Temaşa” tiyatro oyunuyla taassup ve fanatizmin tarih boyunca Osmanlı bilim potansiyelini nasıl heba ettiğini vurgulayan, tarihsel yanlışlarımızı ortaya koyan bir projeksiyon yapmayı başarmıştır.Tiyatro sahnelerinde yerli yazar oyunlarının artması kültürel hayatımızda önemlidir .“Felekleri Temaşa” adlı müzikal oyun bilim tarihimizin en önemli kırılma olayını ve bilimsel gelişimin akamet uğramasını yer yer mizahî, yer yer hüzünlü, yer yer hayıflanan bir dille aktarıyor.Bu tarz basılı eserler; tiyatro yönetmenlerinin ve sahne sanatıyla uğraşanların ilgi alanı dışında; tiyatro eseri okuma isteyen okuyucuya da imkân sunmaktadır. Bu tür eserler pazar şansı düşük fakat kültürel değeri yüksek eserlerdir. “Felekleri Temaşa” tiyatro oyunu hem konusu hem diliyle okuyucunun ilgisini çekecek edebi yetkinliğe de sahiptir.Kitabın edisyonu; küçük boyutlu, okuma hazzı veren, yazılı ve görsel estetik taşıyan, sanatsal dokunuşlu biçimselliktedir. Son sayfalarda yer alan “Küçük Yayıncı’ya Dair 7 Ölümcül Sevap” manifestosuyla, numaralı, yazar imzalı haliyle de koleksiyon kitabı olmayı hak ediyor. Nevnihal Erdoğan

Rus Devrimi; 1917

Rus Devrimi; 1917 Politik okumalara merak duyan herkesin âşina olduğu Rex A. Wade, “Rus Devrimi 1917”de kronolojik olay anlatımının yanı sıra, sosyo-ekonomik sınıfları, cinsiyetleri ve fikirleri ayrı başlıklar altında inceliyor. Bu başarılı sınıflandırmalar ve başlıklar, Rus Devrimi’nin çelişkili ve karışık yapısını anlamamızı sağlıyor. /Archive/2021/3/24/171106517-ic1.jpgDevrim, yaşayan her insanın bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde tanımlamayı başardığı nadir olgulardan biri: Başlangıç, özgürlük, diz çökmemek veya hak edilmemiş statüleri hak etmeyenlerin elinden almak... Bu tanımların aklımıza saldığı genelde basit, olumlu ve güçlü bir anlamdır fakat devrim bir insanlık hareketidir ve insanın olduğu yerde hiçbir şey basit değildir.Ülkelerin devrim hikâyeleriyle tanışmamız çoğu zaman gençliğimize denk gelir. Modern zamanın destanı olarak anlatılan devrim hikâyelerinin denklemi akla yatkındır: Zor zamanlar geçiren halk, doğru yerde ve doğru zamanda güçlü bir lider, savaş ve mutlak özgürlük.Bu basitlik ve kesin sonuç bize -nedense- devrimler hakkında donanımlı ya da donanımsız konuşma özgürlüğünü verir. Ancak bu özgürlük, aslında devrimleri anlamayı engelleyen en büyük faktörlerden biridir. Gerçekte devrimler, içerisinde binlerce somut gerçek ve neden-sonuç ilişkisi barındıran uzun süreçlere yayılmış olgulardır.Şüphesiz dünya tarihinde bu devrimlerin en bilineni, kişiler ve örgütler tarafından örnek alınanı Rus Devrimi’dir. Ancak Rus Devrimi, ikonlaşmış liderlerine ve bilinirliğine rağmen en anlaşılmamış devrimlerden biridir. Hakkında ciddi bir okuma yapmayı ve araştırmayı gerektiren bu tarihî olay, çoğu zaman bir sözlü kültür örneği gibi sadece dillerde kalmış ya da yetersiz bildirilerin konusu olmuştur./Archive/2021/3/24/171119876-ic2.jpgROMANTİKLİĞİ AŞAN BİR DİLRus Devrimi’ni konu alan birçok kaynak mevcut elbette ancak bunlar içerisinde Rus Devrimi 1917 şüphesiz ayrı bir yer tutuyor. Politik okumalara merak duyan herkesin âşina olduğu Rex A. Wade, çalışmasında kronolojik olay anlatımının yanı sıra sosyo-ekonomik sınıfları, cinsiyetleri ve fikirleri ayrı başlıklar altında inceliyor.Bu başarılı sınıflandırmalar ve başlıklar, Rus Devrimi’nin çelişkili ve karışık yapısını anlamamızı sağlıyor. Çünkü Rus Devrimi konusunda en çok yanılgıya düştüğümüz noktalardan biri, halkı “bir anda” her şeyden bıkmış ve ayaklanmış bir bütün olarak görmemiz.Hâlbuki halk devrim sürecinde dolaylı yollardan ortak paydada buluşan parçalar hâlindedir. Hatta bu parçaların devrimden anladığı ve beklediği şey, bazen diğer parçaların yok edilmesidir.Rusya’da bir sarmal olarak yaşanan devrim süreci boyunca bu topluluklar, mutlak özgürlük hayallerini, antitezlerini oluşturan toplulukların yıkılışı üzerine kurmuştur. Fakat bu keskin farklılıklara rağmen bir “halk” olarak adlandırılmış ve eski düzeni yıkan bir halk devrimi yapmışlardır./Archive/2021/3/24/171128454-ic3.jpgBu halkı oluşturan toprak ağalarıyla köylülerin, çocukları aç kalıncaya kadar açlık nedir bilmeyen zenginlerle sömürülenlerin aynı potada erimesi romantiktir ama romantiklik, bu karmaşıklığı çözmez ve objektiflik sağlamaz. Wade’in çalışması, zora kaçmayan diliyle tam da bizim için gerekli olan bu objektifliği sağlıyor ve karmaşıklığı anlaşılabilir bir hâle getiriyor.Rus Devrimi 1917, sade ve anlaşılır yapısı sayesinde Rus toplumuyla empati kurmamızı kolaylaştırıyor. Bugün, bir devrim söz konusu olduğunda neredeyse yok saydığımız köylülerin, askerlerin, azınlıkların ve kadınların, devrim sürecinde yerinin yadsınamazlığını kitabı okudukça fark ediyoruz./Archive/2021/3/24/171139517-ic4.jpgDEVRİM’İ YORUMLAMAKWade’in ajitasyona kaçmayan dili sayesinde, çoğumuz için “pembe bir rüya” ve umut olarak tariflenen devrimin Ruslar için açlık, ölüm ve öfkeden doğan bir gerçeklik olduğunu anlıyoruz. Ancak bu çalışmanın kusursuz dengesi sayesinde, devrimin insanlar için pembe bir rüya olmasa da kızıl bir rüya olduğu süreçleri de görebiliyoruz.Açlıkla, sömürüyle ve savaşla boğuşan insanların, Şubat Devrimi’yle beraber sembolizmi en verimli seviyede kullanışını, sanat dallarının devrim odaklı olmayı şevkle kabul etmesini, toplumun satırlarda bile hissedebildiğimiz bir kızıla bürünmesini coşkuyla okuyoruz. Kitabın dengesi ve kazandırdığı perspektif, onu diğer kaynaklara nazaran daha samimi kılıyor.Kitap, çoğu sol fraksiyonun Rus Devrimi’ne ve bu devrimin liderlerine bakış açısını eleştirebilmemiz için de sağlam bir zemin oluşturuyor./Archive/2021/3/24/171147564-kapakic5.jpgÇalışma sayesinde, fraksiyonlar içinde âdeta bir fetiş unsuru hâline getirilmiş Vladimir Lenin’in yanı sıra Yuli Martov, Leon Troçki, Mark Natanson ve Maria Spiridonova gibi liderleri tanıma, bu liderlerin devrim sürecindeki yerini gözlemleme imkânı buluyoruz. Hâlbuki bu insanların liderlik ettiği topluluklar sol fraksiyonların içinde şakayla karışık bir hakaret olarak kullanılıyor.Yine bir fetiş unsuru hâline getirilmiş bolşevizmin 1918’den itibaren tercih ettiği diktatoryal devlet anlayışı, “olması gereken” diye adlandırılıyor ve eleştiriye kapatılıyor. Maalesef mevcut tutum ve geçiştirme, bugün devrime çok çarpık bir bakış açısıyla yaklaşmamıza neden oluyor./Archive/2021/3/24/171154954-ic6.jpgGünümüzde Rus Devrimi’ni yorumlamak için atılan en yanlış adımlardan biri, kanımca bu devrimi ikonlaşan liderlerin başarısı olarak görmek. Hâlbuki devrim, ne toplum ne de sol fraksiyonlar için sadece kendilerine bahşedilecek bir başarı.Aynı amaç uğruna oluşan onlarca farklı grup, dinamiği sürekli değişen liderler, devrime çok başka motivasyonlarla yaklaşan gruplar birbirinden ayrı düşünülemeyecek büyük parçaları ve devrimin kendisini meydana getirmiştir.Bu parçaları birleştirmek ve bir devrimi anlayabilmek, insanın en güçlü kültürel refleksi okumaya ve manevi refleksi empatiye bağlı; bu manada Rus Devrimi 1917 bu iki refleks için de doyurucu bir tercih olacaktır.Rus Devrimi; 1917 / Rex A. Wade / Çeviren: Ergin Özler / İletişim Yayınları / 360 s. Büşra Uyar

Mansur Yavaş: Makam araçlarınısattım, belediyeye minibüsle gidip geliyorum

Mansur Yavaş: Makam araçlarını sattım, belediyeye minibüsle gidip geliyorum Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, belediyeye ait makam araçlarını sattıklarını belirterek, “Belediyeye minibüsle gidip geliyorum. Ben minibüs kullanmayı tercih ediyorum. Makam arabası sevmiyorum. Yabancı makam arabalarının hepsini sattık” dedi. Haber Global'de Candaş Tolga Işık'ın sunduğu Az Önce Konuştum programının bu haftaki konuğu Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş oldu.Programdan öne çıkanlar: -Seçim kazandığımız zaman zafer kazanmış olmayacağız demiştik. Çünkü karşımızda düşman yok. Dolayısıyla siyasete girmeden tüm Ankara'yı kucaklayarak adil bir şekilde hizmet yapmaya çalışıyoruz. Onun dışında çok televizyona çıkmayı da gerekli görmüyoruz. Pandemi de bunda son derece etkili oldu. Tarzımız öyle, bunu planlı bir şekilde yapmıyoruz.  Ankara bizi neden seçti, hizmet edelim diye seçti. Biz de aynen devam ediyoruz. MANSUR YAVAŞ'IN TWİTCH HESABI-Şunu kabul etmemiz lazım. Çocukların ayrı bir dünyaları var. İnternet, oyun bununla büyüyorlar. Dolayısıyla konuşulan bir z kuşağı vardır. Bunlarda kendi kendilerine vakit geçiriyorlar. Birbirleriyle tanışmasalar da. Pelin diye bir kızımız var fenomen. Bakıyorum twitterdan mesaj geliyor. Bir fotoğraf koymuş, sol omzuma oturmuş bana bakıyor. Sağ omzuma koymuş bana bakıyor. Eğilmiş bana bakıyor. Beni gör der gibi. Gördük bizde onu. -Pelin aracılığıyla Twitch'i duyduk. Daha sonra bizim sosyal medya ekibi de onu fark etti. Daha sonra da katıldık. Pelinle siyasetçi gibi değil de günlük konuştuk. Ne yapıyorsun, gününüz nasıl geçiyor? gibisinden. Şimdi de twitterdan takip ediyorum. -360 bin civarında anlık izleyen oldu. 20 bin lira topladı Pelin. Onu da Yeşil Ankara Projesine bağışladı. -Ankara'nın 5 yerinde ağaçlandırma yapıyoruz. Buna da halkın katılmasını sağlıyoruz. Böyle bir kampanya yapıyoruz. SOSYAL MEDYADA KULLANIMI-1994'den beri bilgisayar kullanıyorum. Belediye Başkanı seçildikten sonra o animasyonu yapan arkadaşlar sarı siyah yapmışlar bordürleri. Bizde şehre girişte birkaç deneme yaptık. Siyah-beyaz kırmızı-beyaz falan, inanın telefon yağdı. Biz aynısını istiyoruz diye. O kadar etkilemiş. -Bizim insanımız hayal etmiyor. Ancak fotoğraf görürse hayal ediyor. -94'te sosyal medyada sohbet odaları vardı. Sen şunu yaz diyerek birilerini sıkıştırırdık. Edindiğin kanaat şu, o yıllarda da kimse birbirini görmeden sadece isimlerle internete giriyordu. Maalesef sosyal medya o zamanlardan, insanlar arasındaki dostluğu ortadan kaldıran, bölen, ayıran bir sistem haline geldi. -Belediyede de kullanıyorum. Birçok önerme yapıyorum. Bunun insanların hayatını kolaylaştırmakta da kullanıyorum. Sosyal medya ekibimiz genç bir ekip.-Tweet metni öncelikle bana geliyor. İçlerinden ben seçiyorum. Şunu tweet atın diyorum. Instagram'ı takip edemiyorum. Benim adıma sosyal medya ekibi takip ediyor. Diğer mecralarda da aynı şekilde. ANKARA'DA KAR ÖNLEMLERİ-Kar yağacağı zaman ben saatimi kurup 2-3 saatte bir yağış var mı deyip, AKOM merkezimiz var sürekli arıyorum orayı. Ne yapıyorsunuz, hazır mısınız diye... -Oradaki arkadaşımızın heyecanlanması yüzünden o gün kar topaklaştı. Öyle bir başarısızlık oldu. Çıktım sokağa belediyeye geliyorum. Bir tane kar aracı görmedim ben. Halbuki biz daha öncesinden kamyonların önüne bıçak yaptırmak suretiyle kendi lojistiğimizi artırmıştık. Yani böyle bir şey yaşanmaması gerekiyordu. Hemen soruşturdum, onunla ilgili ihmalleri de orada gördüm. Gereğini de yaptım. -Kar tuzlaması yapan araçların hepsine gps, kamera taktık. Kameralı araçlardan yolun o anki durumu görülüyor. Ankara'nın kartakip.com diye bir adresi var. Yolun durumunu görebiliyorsunuz, ne kadar yolun açık olduğunu görüyorsunuz. Biz bunları internet sitemize yüklüyoruz. -Araç sayısını daha da artıracağız. Yeter ki kar yağsın... ANKARA'DAKİ 1.5 YILLIK İCRAATLERİ -15 bin öğrenciye eğitimde fırsat tanıyorsunuz. Bunu görmek belediyeciliktir. Yine sosyal yardım alan ailelerin 30 bin öğrencisine ayda 10 gb 3 ay müddetle internet verdik ki bu çocuklar okusun diye. Belediyecilik budur. Ücretsiz verdik. -YKS'ye zam geldi. Aynı gün yardım alanların YKS ücretlerini biz ödedik. -Polatlı'nın suyu için 550 milyon liralık ihale yaptık. Bunlar aşağı yukarı 1, 1.5 milyon nüfusu ilgilendiriyor. -Mamak- Gölbaşı arasına bir hat değiştiriyoruz. 675 bin kişiyi ilgilendirecek. Oralarda su olduğu halde yükseklere su çıkmıyor. En az 200 küsur köyde kanal açıktan akıyor. Bunlar mikrop saçıyor, burası başkent.SOSYAL BELEDİYECİLİK ANLAYIŞI-Benim çılgın projem falan yok. Ben yüzde 3'ü bina olan Ankara'nın yüzde 97'si boş arazi olan Ankara'nın en az yüzde 50'sine tarım yapılabileceğini görüyorum. Teşvik ediyorum. Her yönüyle Ankara'da herkese bir şekilde dokunuyoruz. -Garsonları görüyoruz. 16 bin kişiye 3 ay müddetle 500+150 lira ekmek parası gönderdik. -Biz verdiğimiz sözleri yerine getiriyoruz. Reklam yapmıyoruz. Her yaptığımız projenin karşısına şu kavşak şu kadar liraya mal olmuştur diyoruz. Yaptığımız her şeyi şeffaf bir şekilde açıklıyoruz. İnternet sitesinde yaptığımız tüm harcamaları yayınlıyoruz. 1250 tane ihalemiz bugün youtube da canlı olarak yayınlandı. Bunları herkesten önce Türkiye'ye ben getirdim. -Benim en büyük projem Ankaralıyı zengin etmekti. Ve o kırsalda yaşayan insanlar bugün işlerini terkettikleri zaman kente geliyorlar. Şehirde ziraat yapacak, bahçıvanlık yapacak halleri de yok. Bunlar da çocukları da işsiz kalıyor. Ben tam tersine insanların köye dönmesini, onların köyünde daha ucuz su, daha ucuz elektrik kullanmak suretiyle oradan Ankara için bir şey üretmesini sağlıyorum. İHALELERİ CANLI YAYINLAMA FİKRİ-O da benim fikrimdi. Açık olacaksın. İnsanlara yalan söylemeyeceksin. Hataysa benim hatam diyeceksin. İyi yapıyorsanız da insanlar onu görecek. Çünkü biz memuruz. Ben kendi paramı değil insanların parasını harcıyorum. -Bütçe hazırlarken 550 tane kuruluşa yazı yazdık. Her şey internet sitemizde mevcut. -2 milyar 235 milyon lira borç ödedik bu arada. PANDEMİ SÜRECİNDE BELEDİYECİLİK -Pandemi nedeniyle insanlar toplu taşıma aracı çok fazla kullanmak istemedi. Dolayısıyla 2 milyarın üzerinde ulaşım sektöründeki özel otobüs ve dolmuşları sübvanse ettik. ELEKTRİKLİ OTOBÜSLER-Kendi otobüslerimizi elektrikliye dönüştürüp tekrar ulaşıma kazandırıyoruz. Ve normal elektrikli otobüsün çok çok altına yapıyoruz. Sadece bizim belediyemizin dönüştürülecek 400 tane otobüsü var. -Son 2 test kalmıştı benim bildiğim. Önümüzdeki aydan itibaren Sanayi Bakanlığından izin alındıktan sonra kullanıma sunacağız. 'MİNİBÜSE BİNİYORUM'-Makam araçlarımı sattım. Kendim minibüsle gelip gidiyorum. Sadece havaalanına giderken ve İstanbul'a gelirken Vakıfbank'a ait mercedes ile geldim. Makam araçlarını satarak 70 milyon civarında tasarruf ettik. 'BELEDİYE BİNASINDA RESMİM YOK'-Belediye binasında kendi fotoğrafımı yasakladım. Atatürk'ün fotoğrafı var, Cumhurbaşkanı'nın ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun fotoğrafı var. Benim yok. cumhuriyet.com.tr

CumhurbaşkanıErdoğan, A Milli Takım'ıtelefonla kutladı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, A Milli Takım'ı telefonla kutladı Cumhurbaşkanı Erdoğan Spor Bakanı Kasapoğlu'nun telefonundan canlı olarak soyunma odasına bağlanarak teknik direktör Şenol Güneş ve takım kaptanı Burak Yılmaz ile konuştu. /Archive%5C2021%5C3%5C24%5C235738173-cumhurbaskani-erdogan-a-milli-takimi-tebrik-etti_6.jpgCumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2022 FIFA Dünya Kupası Avrupa Elemeleri G Grubu ilk karşılaşmasında Hollanda'yı 4-2 mağlup eden A Milli Takım'ı tebrik etti.A Milli Takım'ın Hollanda'yı 4-2 mağlup ettiği karşılaşmayı Gençlik ve Spor Bakanı Dr. Mehmet Muharrem Kasapoğlu ile Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank da takip etti. Bakan Kasapoğlu ile TFF Başkanı Nihat Özdemir maçtan sonra soyunma odasına inerek teknik direktör Şenol Güneş ve futbolcuları kutladı.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Bakan Kasapoğlu'nun telefonundan canlı olarak soyunma odasına bağlanarak teknik direktör Şenol Güneş ve takım kaptanı Burak Yılmaz ile konuştu. Tüm takımı en içten duygularla kutladığını belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu galibiyetin tüm Türkiye'ye büyük moral olduğunu vurguladı. DHA

İspanyol basınından A Milli Futbol Takımıve Burak Yılmaz'aövgü

İspanyol basınından A Milli Futbol Takımı ve Burak Yılmaz'a övgü İspanyol basını Hollanda'yı farklı yenen A Milli Futbol Takımı ve Burak Yılmaz'ı göklere çıkardı. 2022 Dünya Kupası Avrupa Elemeleri G Grubu'ndaki ilk maçında ağırladığı Hollanda'yı 4-2 mağlup eden A Milli Futbol Takımı, İspanyol basınından övgü aldı.Gazeteler, internet sitelerindeki haberlerinde, karşılaşmada hat-trick yapan Burak Yılmaz'ı öne çıkardı.Marca gazetesi, "Türkiye, Burak Yılmaz'ın hat-trick'i ile Hollanda'yı eziyor" başlığı altında, "Osmanlılar, Katar 2022'ye doğru yolculuğuna olabilecek en iyi şekilde başladı. Hollandalılar, 5. ölüm yıl dönümünde Johan Cruyff'u istedikleri gibi onurlandıramadı. Burak Yılmaz, hat-trick ile laleleri ezdi." ifadelerini kullandı."Yılmaz, Hollanda'yı yıkıyor." başlığını atan AS gazetesinde, "Lille takımının forvetinin hat-trick'i, 3-0 yenik durumdayken sadece maçın sonlarına doğru tepki veren Hollanda karşısında Türkiye'nin zaferini kolaylaştırdı. Portakallar maç boyunca topa sahip olma ve hız ilkelerine sadık kalsa da, bu eleme grubunda söyleyecek çok sözü olan büyük bir Türkiye karşısında yetersiz kaldı. Hollanda'nın günü değildi." yorumu yapıldı.El Mundo Deportivo gazetesi ise, "Türkiye'ye liderlik eden takım kaptanı Burak Yılmaz, Hollanda karşısında hat-trick yaparak kahraman oldu. Türkiye, grup maçlarına iyi bir başlangıç yaptı." görüşlerini aktardı. AA

Avrupa patentli galibiyet

Avrupa patentli galibiyet 2022 Katar Dünya Kupası yolunda Hollanda'yı 4-2 yenen (A) Milli Futbol Takımımız büyük iş yaptı. Tıpkı 2020 Avrupa Şampiyonası elemelerinin ilk maçındaki gibi..3 yıl önce Fransa'yı devirmiştik açılış maçında şimdi de Hollanda'yı; bir markayı..Teknik direktör Şenol Güneş ve öğrencilerini kutlamak gerek.Türk futbolunun kaotik ortamından uzak kalıp sadece işlerine odaklanmışlar belli ki!İşlerini yaptılar, 4 gollü bir zafer yaşattılar...Maça, geceye dönersek; sahadaki takım Avrupalıydı.Demek ki Şenol Güneş Hoca,  hiçbir hesaba yer bırakmaksızın, uyumlu olabilecek formda isimleri seçmiş formayı vermiş.Trabzonsporlu kaleci Uğurcan'ı ve Fenerbahçeli Ozan Tufan'ı bir kenara bırakırsak , geriye kalan 9 kişi şu an Avrupa liglerinde forma giyen isimlerdi.Sağ bek Zeki Lille'de oynuyor, stoperler Ozan Kabak Liverpool, Çağlar Leichester; yani İngiltere. Umut Meraş Fransız havası kokluyor, orta alanda Okay Yokuşlu İspanyol futbolunun özelliklerini taşıyor, La Liga patentli. Yusuf Yazıcı Lille'in en değerlisi, Hakan Çalhanoğlu Milan'ın kalması için ikna etmeye çalıştığı bir 10 numara. Kenan Alman disiplininden geliyor, Burak Yılmaz'a Fransızlar, "Merci Bien.." diyor. Yani en az Hollanda kadar Avrupalıydı bizim çocuklar.Topu panik yapmadan rakibe bırakıp oynamasına izin verdiler. Rakibin top kayıplarını da Burak'ın önüne bıraktılar.Kral 3 gol attı. Üçleme yaptı. Hollanda'ya en fazla gol atanlar arasına girdi.  Şu bir gerçek ki Türkiye'nin en iyi kontratak topçusu o.Hakan Çalhanoğlu'nun golüne hepimiz şapka çıkardık. Keza ilk yarıda çizgiden topu çıkaran Okay'a da.3-0 sonrası biraz sendeler gibi olduk, evet, ama bu takımın hata yapma kredisi var.Sonradan oyuna girenler Taylan, Caner, Enes, Kaan da Avrupalı 11'i bozmadı.Bozsalar zaten 3-3 biterdi maç, ama 4-2 bitti, Kral Burak rakibin umutlarını söndüren isim oldu...Evet, bu takımın Katar yolu açık.Çünkü ilk maçta grubun favorini deviriyorsanız, siz o finallere öyle ya da böyle gidersiniz. Bize bu sıkıntılı günlerde keyifli bir akşam yaşatan, hele hele Atatürk Olimpiyat Stadı'nda maç kazanan millilere binlerce kez teşekkür. Arif Kızılyalın

Muş'taşiddetli fırtına nedeniyle 50 evinçatısıuçtu

Muş'ta şiddetli fırtına nedeniyle 50 evin çatısı uçtu Muş'ta etkili olan şiddetli fırtına nedeniyle 50 evin çatısı uçtu, araçlarda maddi hasar meydana geldi, hasar tespit çalışmaları devam ediyor. Muş Valisi İlker Gündüzöz, yaptığı açıklamada, etkili olan sağanak ve fırtına nedeniyle kent genelinde maddi hasar meydana geldiğini belirtti.Can kaybının yaşamadığını ifade eden Gündüzöz, şöyle konuştu:"Ekiplerimiz köy, belde ve şehirde inceleme ve araştırmalarına devam etmektedir. Şu ana kadar tespitimize göre, kentte 50 evin çatısı uçtu. Köylerde jandarma, AFAD, tarım teşkilatı başta olmak üzere zararı tespit etmeye çalışıyorlar. Bu sayı belki biraz daha artabilir. Devlet olarak her türlü tedbiri almış durumdayız. Fırtına, bazı ağaçların sökülmesine, çatıların uçmasına, hatta bazı konteynerlerin uçarak parçalanmasına neden oldu. Bazı araçlarda da maddi hasarlar söz konusu. Genel olarak Muş'ta ekiplerimiz incelemelerine devam etmekte. "Vatandaşlardan olumsuz hava koşullarına karşı tedbirli olmalarını isteyen Vali Gündüzöz, "Şu anda hayat normal, yağış yok. Muş'ta akşama doğru yer yer yağış bekleniyor. Hatta yüksek kesimlerde yağmurla birlikte karda bekleniyor. Vatandaşlarımızın hem rüzgara karşı hem de kuvvetli yağışa karşı duyarlı ve tedbirli olmasında fayda var. Ekiplerimiz 24 saat esasına göre sahadalar. Çok fazla sıkıntı olmayacak şekilde hasarlar meydana geldi. Vatandaşlarımız rahat olsun, yalnız tedbiri de elden bırakmasınlar." ifadelerini kullandı. AA




Gallery

İnternet Nasıl Çalışır

Newsletter